Şimdilerde kiminle konuşsam yeni nesilden üzüntüyle bahsediyor.

Tembel, duyarsız, dirençsiz, asosyal tavırları ile ebeveynlerini bıktırmış durumdalar.

Siz ne kadar aktif olmalarını isteseniz de bu bir toplum meselesi.

Yaşadığı arkadaşlıklarda da bu böyle.

Bir nevi etkileşim yaşıyorlar.

Toplumların kültürleri yozlaşmış olunca, insan yetiştirme aşamasında sorunlar çıkıyor ortaya.

Çözüm konusunda da yetersiz kalınınca, ortaya bu tablo çıkıyor.

Devlet ayağında liyakatsiz kişilerin görev alması bunu tetikliyor.

Hâlbuki gelenek denilen şeyin ne kadar önemli olduğunu şu olayla bile anlıyoruz.

1958 yılında Moskova'da çekilen bu fotoğrafta Sovyetler Birliği'nde ve o dönemde birçok Avrupa ülkesinde yaygın olan bir uygulama gösteriliyor.

Görüldüğü üzere bir dolu bebek karlar üzerinde pusetlerinde uyuyor.

Sebep?

“Soğuk havada uyumanın bebeklerin bağışıklık sistemini güçlendirmesi ve sağlıklarına katkı sağlaması…”

Norveç’te de çocukların bağışıklıklarını güçlendirmek için soğukta uyutulması çok yaygın bir durummuş meğer.

Bizde ise bırakın karda, buzda uyutmayı, bu fikir bile anne ve babaları hasta eder.

Hatta bu coğrafyada çocuklar buz ve kar yemeye teşvik ediliyormuş. Hava ne kadar soğuk olursa olsun sokakta buz yiyen çocuklar görmeniz mümkünmüş.

Ne!

Buz yemek mi?

Bir an için bizi düşündüm de.

Ortalık ayağa kalkar maazallah…

Norveç¸ ve birçok İskandinav ülkelerinde dışarıda bebek arabasında çocukları kışın uyutmak artık bir kültürmüş.

Sokakta gezerken kapı önünde ya da bir kafenin önünde bebek arabasında çocukları yalnız uyurken görmeniz çok muhtemel olup, içeride anneler kahvelerini yudumlarken bebekler dışarıda mışıl mışıl uyurmuş.

Lan!

Bizde kafede bile battaniyeye iki kat sarılı şekilde uyutuluyor bebeler.

Ne dışarısı, ne kapı önünden bahsediliyor?

Hatta bu şekil büyüyen ve bağışıklıkları güçlenen çocuklar, çok soğuk havalarda denize girip yüzerler ve vücutları titremezmiş.

Norveçliler çocuklar soğuktan değil, virüsten dolayı hasta oluyor derlermiş…

Adamların kültürlerine bakar mısınız?

Halen devam ediyor ve hiç çekinmeden bebeleri soğuklarda yatırıp, duruyorlar.

Bizim kültürümüzde de çadır var aslında.

Göçebe hayatta soğuk var.

Kürk var.

Ama şimdi nerdeee?

Ufacık bir rüzgârda hasta olan çocuklar var etrafımızda.

Son haftalarda esen “Ayaz”, milleti dondurdu nedense.

Yahu biz Çanakkale olarak zaten alışkın değil miyiz?

Ben bildim bileli bu Ayaz vardır ve eser bu Çanakkale’de…

Ne çabuk unuttunuz?

50 sene önce askerlik yapmış biri bana sormuştu; “O rüzgâr hala esiyor mu?” diye.

Evet esiyor.

Esmezse problem demektir zaten.

O soğuklarda okula gittik biz, sokaklarda oynadık…

Norveçli bebeler gibi Ayazı küçük yaşta yediğimizden artık günlük hayatımızın bir parçası oldu ve alıştık.

Zaten bu soğuklara dayanaklı değilsen, hala şikâyet ediyorsan Çanakkaleli değilsin demektir.

Bizim Peynir helvamız, Şehitliğimiz, Aynalı Çarşımız, Truva’mız ne kadar meşhursa,

Ayazımız da o kadar meşhurdur.

Nokta…

BURUN KILI

Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerinden olup, duyduğu baş ağrısını kesene servet vaat eder.

Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz.

Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendi’yi İstanbul’a götürmeye karar verirler.

İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur. Muayene edilir, testler yapılır…

Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.

Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.

Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.

O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir.

Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır…

Ve Efendi’ye teşhis konulamaz.

Artık yerinden kalkamayan Osman Efendi’ye ağrı kesici iğneler verilir, altmışlarını süren adamın ülkesine dönüp “Dinlenmesi”, daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.

Osman Efendi bitkin, aile perişan.

“Kader” denilir, Uşak’a dönülür.

Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.

Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendi’nin eski berberi “Berber Mehmet” çağrılır.

Berber yataktan kalkamayan Osman Efendi’yi tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.

Berber Mehmet bir an düşünür.

“Beyim” der, “Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın?”

Bir bakar, “Hah işte” der “Kıl dönmüş…”

Osman Efendi’nin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.

Ev halkı Osman Efendi’nin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar.

Berber Mehmet,

Osman Efendi’nin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.

Osman Efendi’nin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır.

Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır.

Gözlerinin yaşarması geçmiştir.

Baş ağrısından ise eser kalmamıştır.

Dönen kılın, sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder.

Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir.

Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet’i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

Burnundan kıl aldırmayanların başı çok ağrır.

Sosyal medyadan bulduğum bu yazıyı nereye bağlayacağım merak ediyor musunuz?

CHP’ye.

Gelin hep beraber şuna bakalım.

“CHP içinde burnun kıl aldırmayan var mı?” diye sorsam sayarsınız.

Özgür Özel,

Kemal Kılıçdaroğlu,

Ekrem İmamoğlu,

Mansur Yavaş.

Peki biz niye baş ağrılardan kurtulmak için “Burunlarından kıl aldırmalarını” bekliyoruz?

Memleket meselesi için.

Peki onların umurunda mı?

Değil.

Son günlerde yaşananlara bir bakın!

Sizce bu ülkenin kurtuluşuna bel bağlanmış muhalefet, beklentilerinize tercüman oluyor mu?

Ortada neler var bakalım:

Seçimi kaybetmiş ve başkanlığı sürece partisine hiçbir şey katmamış bir genel başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu.

Ankara’da büro tutmuş, uzaktan ahkâm kesiyor.

Partinin kurultayını yargı sürecine götürecek kadar hırsı bürümüş.

Cumhurbaşkanlığı adaylığında ısrar ederek tarihi bir fırsatı kaçırtmış biri.

Özgür Özel ise hala acemiliklerinin peşinde.

Erdoğan’ın istediği bir muhalefet partisi genel başkanı.

Elinde iki tane kuvvetli aday varken, zamanı gelince düşülmesi gerekirken, “Erken seçim var” diyerek adayları şimdiden birbirlerine düşürmeye çalışmasına en çok kim gülüyordur sizce?

Uzaktan ellerini ovuşturup 2018 seçimlerini şimdiden garantileyen biri “Allah arzı olsun Özgür’den” diyordur.

Ekrem İmamoğlu ise Özgür Özel’i başkan seçtirmenin diyetini almak için kolları sıvamış durumda.

Anketlerde geride çıkmasına rağmen ısrarla “Ben aday olacağım” tavrı, Erdoğan’ın karnını kaşırken, kahkahalarına mazhar oluyordur.

Mansur Yavaş belki de en masumu.

Bu Bizans oyunları arasından sıyrılmaya çalışan ve belki de hakkı olan adaylığını kaptırmamak için çabalayan biri görünümünde.

Mazlum yapısı ile CHP’nin istemediği ancak halkın istediği bir konumda.

Özgür Özel’in, “Biz anlaştık” diyerek topladığı masadan “Anlaşılmadık” bir sonuç çıktı.

Mansur Yavaş “Ben yokum” dedi.

Ortaya konulan seçeneklerden biri şuydu: “İki aday olarak seçime girilmesi, ikinci tura kalanın geri çekilmesi…”

Tam bir bölünme vakası.

Aynı partiden iki aday çıkmasının karşılığı, seçimin altın tabakla hediye edilmesi demektir.

Yılların siyasetçilerinin böylesi bir durumu tespit edememesi anlaşılır gibi değil.

CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu ise,

Halkın adayı Mansur Yavaş’tır.

Erdoğan’ı ama erken, ama zamanında yapılacak bir seçimde sarsacak tek aday Mansur Yavaş’tır.

Bunu Erdoğan’ın kendisi bile biliyorken, burnundan kıl aldırmayanların bilmemesi hayret vericidir.

O sebeple “Bu sistem acaba bir projemi?” şeklinde şaibeler ortada dönüp duruyor.

FİTRE

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından yapılan açıklamada, Prof. Dr. Abdurrahman Haçkalı başkanlığında yapılan toplantıda “2025 yılı Ramazan ayı için fitre miktarının belirlenmesi hususunun görüşüldüğü” belirtilmiş.

Toplantı sonrası alınan kararlar şöylemiş:

“Konu ile ilgili hadis-i şerifler, mevcut sosyo-ekonomik hayat şartları ve bir kişinin günlük gıda ihtiyacı göz önünde bulundurularak ülkemizde fitre miktarı 2025 yılı Ramazan ayından 2026 yılı Ramazan ayına kadar 180 TL olarak belirlenmiştir.”

Yani fitre 180 lira.

“Fitre olarak belirlenen miktar, nakdi olarak verilebileceği gibi gıda maddelerinden ayni olarak da verilebilir.”

Yani nakit vermeye gerek yok, ayni olarak da verilebilirmiş.

“Belirlenen bu meblağ, aynı zamanda günlük oruç fidyesi bedelidir.

Bunun yanında her bir mükellef, kendi günlük gıda harcamalarına denk düşecek bir meblağı fitre olarak verebilir.”

Günlük oruç fidyesi.

Bir günlük harcama?

İyi de insan bir simit, bir çay ve yanında azıcık peynir alsa zaten 180 lira eder.

Hani diğer öğünler?

Fitrenin hedefi şu şekilde tarif edilmiş:

“Bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması, böylece bayram sevincine iştirak etmesine katkıda bulunmaktır.”

Yani fakire verilir demek istiyor.

Fakir kim?

İhtiyaç sahibi olan.

Diyanet İşleri Başkanlığı ne diyor?

“Fitre emekli ve asgari ücretliye verilebilir…”

Yani;

“Bunlar fakirden sayılabilir ve fitre verilebilir.”

İşte ülkenin geldiği son durum.

Emeklinin ve asgari ücretlinin, “Fitre alabilir hale gelmesi…”

Peki;

Yapılan anketlerde AKP’nin oyu hala yüzde 31,9 olurken, CHP’nin oyu yüzde 30,3’lere seyrediyor?

Bu nasıl oluyor?

Demek ki vurdukça kazanıyorsun…

ADALET

Türkler adaleti yerine getirmekte çok gayretlidirler.

Bir güvenlik görevlisi olan subaşı, şehir içinde atıyla sürekli dolaşır durur ve büyük bir titizlikle tartıları, ölçüleri denetler.

Eğer ekmeğin, tereyağının ve sıvı yağın yanlış ya da eksik tartıldığını saptarsa, bundan sorumlu olan tüccarlar veya satıcılar (İster Hıristiyan olsun, ister Müslüman) zorla dükkânlarından dışarı sürükletir ve çıplak tabanlarına sopayla vurdurur (Yani falaka).

Herhangi başka bir uygunsuzluk fark ederse, bu da cezalandırılır.

Subaşının yanında daima yardımcıları ve hizmetkârları bulunur.

Onların başlıkları da yeniçerilerinkine benzer, fakat alınlarının üzerinde altından süsleri ve içine tüyler sokulan gümüş kaplama bir boru yoktur.

Yeniçeriler gibi güzel giysileri olmadığı gibi, onlar kadar bol para da almazlar, hiç durmaksızın kentin içinde oraya buraya koşuştururlar ve cezalandırabilecekleri bir suçlu bulmaya çalışırlar.

1610'lu yıllarda İstanbul'a gelen Adam Salomon Schwigger ise şöyle anlatır. “Subaşı bütün gün at üstünde İstanbul kentinin sokaklarını dolaşır. Yanında yeniçeriler ve ellerinde sopa taşıyan başka görevliler vardır. Subaşı, önceden haber vermeden tüccarların, ekmekçilerin, kasapların ve diğer esnafın dükkânlarına girdiğinde, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde veya satılan mallarda herhangi bir hile yapıldığını saptarsa, dükkân sahibini hemen sokak ortasında yere yatırır ve sopalattırarak herkesin önünde rezil eder…”

Fotoğraf: Tartıda hile yapanların boyunlarına geçirilen zil takılı boyunduruk ve kurnaz olup halkı aldattığını ima etmek için kafalarına iliştirilen tilkikuyruğu.