Ethem Yetkiner 1958’de İstanbul valiliğine atanır.
6 ay rutin İstanbul turu yapar.
Şehrin sorunlarıyla uğraşır.
1959 Mart ayında biner motora çıkar Kız Kulesi’ne, görür sefil viran durumunu.
Ertesi gün döner vilayet binasına.
Makamında otururken duyar gürültü patırtıyı, çağırır kalem müdürünü sorar sebebini, “Bodrum katta tesisat patlamış” der kalem müdürü.
İnerler aşağı, eli belinde bir usta, ter içinde önüne gelene çatmakta.
“Selam… Kolay gelsin” faslı geçer.
Usta döner valiye, “İşi olmayan girmesin beyim” der.
“Yahu ben valiyim” diye cevaplar Yetkiner.
“Ben de buranın valisiyim” der usta, “Buyur gel, yap o zaman!”
Vali Yetkiner, “Kolay gelsin o zaman” der kaçar adeta yukarı.
Çağırır kalem müdürünü, “Kim bu?” diye sorar.
“Kadrolu ustamız Süleyman Efendi” diye cevaplar müdür ve ilave eder, “Elinden iş kurtulmaz…”
“Çağırın gelsin!” der Vali Yetkiner.
Süleyman usta çıkar huzura, hiç çekinmeden “Tam da işin ortası Vali Efendi, ne varsa buyur” der.
“Evli misin Süleyman Efendi” diye sorar Vali.
“Evet” diye cevaplar.
“Çoluk çocuk?”
“Yok” der usta.
“Kız Kulesini bilir misin?” der Vali.
“Evet, bilirim” der usta.
Vali Yetkiner, “Tesisat işini bitir, sonra sana 1 hafta izin… Git Kız Kulesi’ni gör, sonra dön evine topla eşyanı, al alet edevatını, zevceniz toplansın artık yeni eviniz Kız Kulesi… Kalem müdürüne ihtiyaç listesi ver. Ne istersen emrinde. Orayı tamir et, kendine barınak yap. Oradan emekli ol!” der.
Bu fotoğrafın yılı 1962...
Kızkulesi bekçisi Süleyman (Gürz) Efendi ve eşi Nezihe Hanım.
Mekân, Kız Kulesi'nin içidir.
1959 da, iç mekanı harabe halindeyken buraya atanan Süleyman Efendi ve eşi, üç ay sonunda kalacakları alanı, kendi imkanlarıyla, yaşanacak bir lojman haline getirirler…
60 ihtilalinde de buradadırlar…
İki ay, karaya çıkmadan burada bekleyip ellerindeki su, un ve Amerikan konservelerini idareli olarak kullanırlar.
12 yıl buradan ayrılmadan görev yaparlar…
Burayı lojman olarak kullanan ilk ve son aile olarak tarihe geçerler…
Alıntı: Kenan Çelikman
DANS VEBASI.
1518 Strasburg Dans Vebası ile bilinen, Orta Çağ ve erken modern dönemde Avrupa’da görülen kitlesel dans krizlerine verilen isimdi.
Bu olaylarda binlerce erkek, kadın ve çocuk, yorgunluktan bayılana kadar günlerce, zaman zaman ağızlarından köpürerek köy veya kasaba sokaklarında dans ettiler.
Bazıları tükenerek ya da kalp krizi geçirerek öldü.
Dans çılgınlığı veya dans vebası, esas olarak 14. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa'da meydana gelen sosyal bir fenomendi.
Sebepsiz yere dans eden insan grupları için kullanıldı…
İlk büyük ölçekli olaylardan biri 24 Haziran 1374’te Almanya'nın Aachen kentinde gerçekleşti…
İnsanlar halka açık yollarda çılgınca dans ediyor, çığlıklar atarak hayaller ve halüsinasyonlar görüyor ve ayakta duramayacak kadar yorgun olduklarında bile dönüp durmaya devam ediyorlardı.
Birçok Avrupa ülkesinde de bu acı durum yaşanmıştır.
1518 Strasburg’da da yaşandı.
Temmuz 1518’de bir kadın sokakta dans etmeye başladı.
Birkaç gün içinde yüzlerce kişi istemsizce dans etmeye katıldı.
Yetkililer başlangıçta müzik bile çaldırdı, ancak dans edenlerin durmadığı görüldü ve müzik durduruldu ama insanlar dans etmeye devam etti.
İnsanlar alandan uzaklaştırılsa da dansı bırakamıyordu.
Birçok insan bir müddet sonra yorgunluk, kalp krizi veya felç sonucu öldü.
Kesin nedeni bilinmiyor, ancak öne çıkan teoriler şunlar:
1. Toplumsal Psikojenik Hastalık (Mass Hysteria)
Aşırı stres, kıtlık, salgın, hastalık ve dini korkular nedeniyle kitlesel histerinin ortaya çıkmış olabileceği düşünülür.
2. Ergot (Mahmuz) Zehirlenmesi
Nemli ortamlarda yetişen çavdarda oluşan bir mantar (LSD benzeri halüsinojen etkili). Ancak bu teori günümüzde daha az kabul görüyor.
3. Dinsel / Mistisizm Etkisi
Aziz Vitus’un insanları cezalandırdığına inanılırdı. Bazı insanlar bu korkunun etkisiyle istemsiz dans nöbetlerine kapılmış olabilir.
4. Nörolojik / Tıbbi Nedenler
Epilepsi, Kore hastalıkları veya diğer hareket bozuklukları gibi tıbbi açıklamalar da önerildi ama kitlesel ölçek açıklanamıyor.
Modern tarihçiler ve bilim adamları bu durumun birçok nedenini açıklasalar da bunun büyük ihtimalle kitlesel psikojenik hastalık olduğunu düşünüyorlar.
Yani ağır stres ve korku ortamında, kalabalık halde yayılan istemsiz davranışlar ve sonrasında kontrol edilemeyen bir durum olarak yorumluyorlar…
Bu salgınla ilgili kurulan teorilerden bazıları da şöyle:
Nemli çavdar saplarında oluşan bir küfün ekmeğe karışması sonucu, uyuşturucu etkisi yaratması.
Diğer bir teori ise;
Hurafeye dayandırılan inançlardan kaynaklı stres ve kaygının kitlesel bir depresyona yol açması.
Stres kaynaklı bir psikoz ve histeri olduğu yönünde görüşler de mevcut.
Bu teori, özellikle tarihçi John Waller tarafından savunuldu.
1518'de Strazburg'da meydana gelen salgını inceleyen Waller'e göre, böyle bir psikozun etkisi ile şehir sakinleri transa girmiş ve bilinçsiz bir şekilde dans etmişlerdir.
Waller, halkın özellikle St. Vitus isimli, dansçıların koruyucusu olan bir azize inandığını ve bu inancın bu hezeyanda önemli rol oynadığı kanaatinde.
CUMHURİYETİN ERDEMİ
Yıl 1936…
Denizli’nin Acıpayam İlçesi’nde görevli bir grup öğretmen havanın güzelliğinden faydalanıp pikniğe giderler…
Şahane doğanın kucağında eğlenirlerken keçilerini otlatan küçük bir çobanla karşılaşırlar ve onu yanlarına davet edip çay ikram ettikten sonra ismini sorarlar.
Küçük çoban ürkek bir sesle yanıt verir:
“Hüseyin…”
Öğretmenlerden biri yanındaki gazeteyi uzatıp “Okuma yazma biliyor musun, bunu okuyabilir misin?” diye sorar.
O tarihlerde okuma yazma bilenlerin sayısı o kadar azdı ki, okuma öğrenenlerin diplomaları bizzat valiler tarafından imzalanmaktadır.
Küçük Hüseyin okuma bilmediği için gazeteyi almayı kabul etmeyince, öğretmen bu kez yaşını ve neden okula gitmediğini sorar.
Yanıt hazindir:
“Yaşım 12” der ve devam eder anlatmaya; “3 yaşında annemi, geçen yıl da babamı kaybettim!...”
Talihsiz çocuğun aslında çok zeki olduğunu fark eden öğretmenler mutlaka okumasını tembihlerler…
Hüseyin, öğretmenlerin verdiği desteğin yarattığı heyecanla Denizli’de parasız yatılı okuluna kaydolur.
Bir süre sonra katıldığı bir matematik yarışmasında Hüseyin’e bir kitap armağan edilir.
O gece kitabı okuyup bitirir ve ertesi gün Fen Bilgisi öğretmenine giderek şöyle der:
“Bu kitapta eksiklik var!...”
Öğretmen çok şaşırır.
Çünkü Hüseyin’in “Eksiklik var” dediği kitap “Görecelik Teorisini” anlatıyordu!
Hüseyin bu teorinin önemli bir parçasının kitapta bulunmadığını fark etmişti!
Fen öğretmeni konuyu İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki hocası, fizik profesörü Nusret Kürkçüoğlu’na mektupla bildirir ve şu yanıtı alır:
“Hüseyin liseyi bitirince yanıma gelsin!”
Hüseyin aynen öyle yapar ve İTÜ Elektrik Mühendisliği’nde okumaya başlar.
Ancak yaptığı çalışmaları, ürettiği projeleri hocaları dahi anlayamaz.
O hocalardan biri “Bu çalışmaları ancak Amerika Boston’daki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) görevli Prof. Dr. Morse bilir” deyip, mektupla ona gönderir.
Gelen yanıt müthiştir:
“Hüseyin’in bu yaptığını 5 yıl önce bir grup akademisyen buldu, ama bunu Hüseyin’in tek başına bulması olağanüstü bir şey...
Biz masraflarını karşılayacağız. Amerika’ya gelsin!...”
Hüseyin 1952 yılında Yüksek Elektrik Mühendisi diplomasıyla İTÜ’den mezun olur.
Bir gazetenin yaptığı kampanya ile toplanan parayla, ABD’ye giden bir gemiye bindirilir ve uzun bir yolculuktan sonra MIT’de Prof. Morse’un karşısına geçer.
Morse, Hüseyin’in tez hocası olacaktı ancak genç adamın İngilizcesi yetersizdi, profesörün söylediklerini tam olarak anlayamıyordu.
Onun da yolunu bulur ve hocasına dönüp şöyle der:
“Write on the blackboard/ Tahtaya yazın!”
Hocasının tahtaya yazdığı tez konusunu defterine geçirdi ve üniversiteden ayrılır.
MIT’de tez konuları genellikle 5 ile 9 yıl gibi bir sürede bitirilebiliyordu, ancak Hüseyin 3 ay sonra Morse’un karşısına dikilir.
Profesör, büyük bir şaşkınlıkla incelediği tezin mükemmel olduğuna karar verir.
Ancak MIT’de hemen diploma verilemiyordu.
Hüseyin başka dersler aldı ve 2 yıl sonra doktorasını alarak bu kez Princeton Üniversitesi’ne başvurur ve orada dahi fizikçi Albert Einstein’ın öğrencisi olur!...
Birkaç yıl sonra Boston’a dönüp, icatları destekleyen bir firmada çalışmaya başlar.
İlk büyük buluşunu 1960’ların başında yapar.
“Sesle kumanda edilen bilgisayar!..”
Dahası da var.
Hüseyin, 1958 yılında çalışmalarını yakından izlediği Einstein’ın kendisi kadar ünlü ‘Fonksiyon Teorisi’nde eksiklikler olduğunu tespit eder ve bunu bir mektupla kendisine de bildirir.
Ancak mektup ulaşmadan Einstein ölür.
Hüseyin bu eksikliği ünlü bir bilim dergisinde yayımlayınca adeta kıyamet kopar.
Bilim dünyası ikiye bölünür!.
Ve Einstein’in kuramına karşı Hüseyin’in “Kütle Çekim Kuramı” da literatüre girer!...
Bugün dünyada çok yaygın olarak kullanılan “Siri”, “Google”, “Now”, “Cortana” gibi sesli komut sisteminin mucidi Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz’dır.
O, 27 Ocak 2013’te yaşamını yitirir…
Şimdi bunları bize aktaran şöyle yorum yapmış:
Gelelim kıssadan hisseye; kendimi de katarak soruyorum:
“Dünya bilim tarihine kazınmış bu müthiş ismi içimizden kaç kişi biliyor acaba?”
Daha acıklı bir soru sorayım.
“Şayet Nobel Kimya Ödülü’nü kazanmasaydı, Mardin’de yoksulluk içinde başlayan yaşamını, dünyanın en önemli bilim insanlarından biri olarak sürdüren Prof. Dr. Aziz Sancar’ı kaç kişi bilecek, tanıyacak, gurur duyacaktı?”
“Dünyaca ünlü, adı tıp literatürüne geçmiş Beyin Cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil’i kaç kişi tanıyor, biliyor acaba?”
“Çok sesli müzik alanında harikalar yaratan müzisyenlerimizi;
Fazıl Say’ı, İdil Biret’i, Gülsin Onay’ı, Güner, Süher Pekinel kardeşleri, Suna Kan’ı, Gürer Aykal’ı bırakın dinlemeyi, izlemeyi, kaç kişi adlarını biliyor acaba?”
“Futbol dışında dünyada büyük başarılar elde eden sporcularımızı kaç yurttaşımız tanır çok merak ediyorum!...”
Örnek çok, yüzlerce…
Hüseyin Yılmaz’ı Boğaziçi Aydınlar Topluluğu Grubu’nda yayımlanan bir mesaj ile tanıma fırsatı buldum.
Bu büyük bilim adamı önünde, tıpkı diğer kahramanlarımızın olduğu gibi saygı ve sevgiyle eğiliyorum.
Bir önemli uyarı da bize,
Türk milletine:
“Kahramanlarını, yüz ağartan önderlerini, bilim, kültür, sanat insanlarını baş tacı etmeyen, unutan, adını bile bilmeyen toplumların gideceği yer çıkmaz sokaktır; olup olacakları da cemaat ya da köleliktir!..”
Geçmişten ders alınması gereken, Cumhuriyetin erdemini gayet net anlatan bir öykü…
Alıntıdır