Bugüne bir fıkra ile başlamak istedim.
Cumartesi ya.
“Haftanın stresini üzerinizden atın,
Yan gelip yatın,
Neşenize neşe katın,
Fazla düşünmeyin tatil yapın,
Ve elbette bol bol gülün” diye.
Temel isimli bir avukata sorarlar:
“Bir daha dünyaya gelsen Avukat mı, yoksa imam mı olmak istersin?”
“İmam!” diye cevaplamış.
Nedenini sormuşlar:
“Mevzuat hep aynı, hiç değişmiyor.”
Gerçekten öyle.
Ancak dünyamızda kitap aynı olmasına rağmen uygulamada oldukça değişiklikler var.
Yemen’de ayrı,
Arabistan’da, İran’da, Afrika’da ayrı.
Türkiye de ise apayrı.
Aslında mevzuat aynı da, icraat ayrı.
Nasıl oluyorsa artık?
Başka bir fıkra ise şöyle:
Bir gece vatandaş kümesten tavuk, civciv ve yumurta çalarken jandarma tarafından suçüstü yakalanmış.
Kümes sahibi şikâyetçi olmuş ve adam hâkim karşısına çıkarılmış.
“Anlat!” demiş hâkim, “Nasıl oldu?”
Sanık, “Ben avukatımı bekleyeceğim savunmamı onunla beraber yapacağım” demiş.
Hâkim kızarak sormuş; “Evladım! Bir koltuğunda tavuklar, bir koltuğunda horozlar, bir cebinde civciv, diğerinde de yumurta varken yakalamış jandarma seni… Avukat ne diyecek duruma!”
Adam cevap vermiş:
“Ben de onun ne söyleyeceğini merak ediyorum hâkim bey”
Sürekli olarak belediyeler üzerinde bir baskı, bir tutuklama, bir ceza durumu var ya!
O kadar isnatı nasıl buluyorlar acaba?
Hani insan merak da etmiyor değil.
New York’ta bir partide ünlü bir estetik cerrah, tanınmış bir avukatın yanına yaklaşıp sormuş: “Üstadım şu az ötedeki sarışını görüyorsunuz değil mi? Az önce bana mesleki konuda önemli bir bilgi danıştı. Sizce verdiğim yanıt için ücret talep etmem hukuka uygun olur mu?”
Avukat: “Elbette” demiş, “Kesinlikle bir danışma ücretine hak kazanmış oluyorsunuz…”
Doktor, ertesi sabah kliniğine gider gitmez gönül ferahlığı ile 500 dolarlık bir fatura kesip sarışın kadına yollamış.
Öğleden sonra kahvesini yudumlarken bir kargo gelmiş.
Açtığında ne görsün?
Avukatın ofisinden gönderilmiş 1000 dolarlık bir fatura!
Halk arasında uyanık geçinenler de var.
Para onlar için vaz geçilmez birer sınır olarak önlerinde duru ve gözleri nedense hiç doymaz.
Babasına bile fatura keserler…
Avukatın yazıhanesinin duvarında büyük harflerle şu uyarı yer almaktadır: “Danışmadan Ücret Alınmaz.”
Vatandaş, buna güvenerek sorununu avukata anlatır, avukat da gerekli bilgileri vatandaşa verir.
Vatandaş, avukata teşekkür ederek kapıya yönelir.
Tam çıkmak üzereyken avukatın ikazıyla yerinde kalakalır: “Danışma ücretini vermediniz”
Vatandaş şaşırmıştır.
“Avukat bey, duvarda danışmadan ücret alınmadığı yazıyordu” der.
Avukat açıklama yapmış: “Danışmadan ücret almıyoruz ama danışınca ücret alıyoruz”
Bizim Türkçe için “Ne yapalım Türkçe işte” deyip geçeriz ya.
İşte ona bir örnekti bu fıkra.
Bu durumu kullananlar da oluyor.
Dikkat etmek lazım.
Bunlar gülünecek hallerimiz.
Siz de gülüverin gari…
AH O YAZILAR!
Hasan Pulur’u bilirsiniz.
Rahmetli günlük yazılarıyla bizi kendisine bağlamıştı.
Ne güzel yazardı.
Ulusal gazeteler kendisine özgü karakterleri ile saygınlık kazanmıştı, her gazetenin yazarı konuyu ele alınca olay olur, gündem yaratırdı.
Şimdiler de gazete okuyan bile yok.
Hele şu dijital ortam çıktığından bu yana millet, okumayı bile unuttu neredeyse.
Neyse ben mevzuat ile ilgili Hasan Pulur’un “Şükrü Kızılot” tarafından yazılmış kitabından alıntıladığı bir olayı sizlere aktarmak istedim.
“Zamanında nelerle uğraşmışız?” diye.
Olay, Meclis’te yine böyle, vergi tasarılarının görüldüğü bir güne rastlamış.
İki milletvekili, o akşam seçmenleriyle akşam yemeğindeymiş.
Nakliyeci olan seçmenler, kendilerinden alınan “Hayat Standardı Vergisi” nin yüksekliğinden şikâyet edip, “Aşağı çekilmesini” istemişler.
“Hay hay lafı mı olur?” diyerek üzerine vazife edinen milletvekillerimiz, ertesi günü doğruca Meclis’e gelmişler.
Hayat Standardı Vergisi'ni aşağı indiren önergeyi yazıp, arkadaşlarına da imzalatmışlar.
Gecenin ilerleyen saatinde önerge verilmiş, nakliyecilerin hayat standardı vergisi indirilmiş!
“Ne var bunda?” diyeceksiniz.
Çok bir şey yokmuş.
Ufacık bir şey varmış;
O da Türkiye’de meğerse “Hayat Standardı Vergisi” diye bir vergi yokmuş ki!
Ama Meclis’ten olmayan bir verginin, nasıl indirileceğine dair bir hüküm çıkmış.
Diyeceksiniz ki; “Böyle şey olur mu? Nasıl olsa Cumhurbaşkanı yasayı imzalayacak, o zaman yakalanır.”
Hayır…
Yakalanmamış.
Yasa, 2 Haziran 1995'te Resmi Gazete’de yayımlanmış.
“Meğer vergi konularında böyle antikalıklar varmış” diyor Pulur ve anlatmaya devam ediyor.
Mesela, Vergi Usul Kanunu'nun 30. maddesine 1995'te eklenen 9 numaralı bend şöyle: “Bu kanunun mükerrer 175. maddesi ile getirilen mecburiyetlere uyulmamışsa re'sen matrah takdiri yoluna gidilecektir.”
“Aman uyalım da perişan olmayalım!” dersiniz ve çevirirsiniz kanun maddelerini…
Aaa!
Mükerrer 175. maddeyi koymayı unutmuşlardır!
İyi mi?!
Hani bir yere gideriz, yer içeriz, hesabı öderiz, garson kahve ikram ederken “Müessesemizden!” demeyi de ihmal etmez.
İşte siz, o kahveyi içerken, iki kişi masaya gelir, vergi denetim memurlarıdır, adisyona bakarlar “Niçin kahveleri yazmadınız!” diye garsona sorarlar, siz garsondan önce atılırsınız:
“Biz hesabı ödedik, faturayı da aldık, bu kahveler müessesenin bize ikramı!”
“Olsun, ikram da olsa, adisyona yazılması, faturaya dahil edilmesi lazım!” der denetim memurları.
* * *
Sonra ne mi olur?
Restoran sahibi “Vergi kaçakçılığına teşebbüs ettiği için” bir yıla kadar hapis cezasıyla mahkemeye verilir.
Davacı Hazine avukatı “Fatura düzenlenmiş ama, sonradan ikram edilen kahveler adisyona ve faturaya yazılmadığı için kaçakçılığa teşebbüs suçu var!” deyince, hâkimin tepesi atar:
“Ne var bunda? Dün akşam biz de arkadaşlarla yemek yedikten sonra, hesabı ödedik, ardından da kahve ikram ettiler. Şimdi biz de mi kaçakçılığa teşebbüse neden olduk!”
Hâkim beraat kararı verdikten sonra işyeri sahibine döner:
“Beyefendi, buyrun odama, sizden devlet adına özür dilemek ve bir kahve ısmarlamak istiyorum.”
İŞ KAZASI
Daha önce de defalarca yazmışımdır bu olayı.
Ama olmayacak bir şey değil tabi.
Defalarca başımıza gelmesine rağmen hala akıllanmayıp aynı hatayı yapan bizlere, uyanmamız için tekrar yazıyorum.
“Dünyanın en komik kazası” şeklinde başlığı olan yazı şöyle.
Bir duvarcı ustasının şantiyede başına gelen kaza ile ilgili şefine yazdığı mektup:
Sayın şantiye şefim;
İş kazası tutanağına “Planlama hatası” diye yazmıştım.
Bunu yeterli görmeyerek ayrıntılı anlatmamı istemişsiniz.
Şu anda hastanede yatmama neden olan olaylar aynen aşağıda anlattığım gibi olmuştur.
Bildiğiniz gibi ben bir duvar ustasıyım.
İnşaatın altıncı katındaki işimi bitirdiğim zaman biraz tuğla artmıştı.
Yaklaşık 250 kg kadar olduğunu tahmin ettiğim bu tuğlaları “Aşağıya indirmek gerekiyordu.”
Aşağı indim.
Bir varil buldum.
Ona sağlam bir ip bağladım ve ardından altıncı kata çıktım.
İpi bir çıkrıktan geçirip ucunu aşağıya saldım.
Tekrar aşağıya indim ve ipi çekerek varili altıncı kata çıkardım.
İpin ucunu sağlam bir yere bağlayıp tekrar yukarı çıktım.
Bütün tuğlaları varile doldurdum.
Aşağı indim, bağladığım ipin ucunu çözdüm.
İpi çözmemle birlikte birden kendimi havalarda buldum.
Nasıl bulmayayım?
Ben yaklaşık 70 kiloyum.
250 kilogramlık varil süratle aşağıya düşerken beni yukarı çekti.
Heyecan ve şaşkınlıktan ipi bırakmayı akıl edemedim.
Ben yukarı çıkarken yolun yarısında, aşağı inmekte olan tuğla dolu varille çarpıştık.
Sağ iki kaburgamın kırıldığını hissetim.
Tam yukarı çıkınca, iki parmağım iple beraber çıkrığa sıkıştı;
Parmaklarım da bu sırada kırıldı.
Bu esnada yere çarpan varilin dibi çıktı ve tuğlalar etrafa saçıldı.
Varil hafifleyince, bu sefer ben aşağı inmeye, varil ise yukarı çıkmaya başladı.
Kaçınılmaz olarak yolun yarısında yine varille çarpıştık!
Sol bacağımın kaval kemiği de bu sırada kırıldı.
Yere inince can havli ile ipi bırakmayı akıl ettim.
Bu sefer de başımı yukarı kaldırdığımda boş varilin süratle üzerime geldiğini gördüm!
Kafatasımın da böyle çatladığını sanıyorum.
Bayılmışım, gözümü hastanede açtım.
Allah’tan, “Bizlere, akıl fikir versin” şeklindeki talebimden başka bir isteğim yok.
AMPÜLLER
Okudunuz geldiniz bu son yazıya.
Aslında belirttiğim bizim vatandaşın düştüğü haller.
İşte bu yazı da onlardan bir tanesi.
Olayın kahramanları, iki üniversite öğrencisi...
Koyu geyik muhabbetinin düğümlendiği durumlardan birinde, bu iki kafadarın canları sıkılır ve bir iddiaya girmişler.
İddia konusu şuymuş:
Delikanlılardan biri, “Odanın tavanında asılı olan ampulü ağzına tamamen sığdıracağını” iddia etmiş.
Buyurun cenaze namazına.
Peki ne olmuş?
Delikanlı harbiden ampulü ağzına sığdırmış.
Ancak bir sorun varmış:
Ampulü ağzından geri çıkaramıyormuş.
Aynı bizim ülkedeki gibi.
Ampulü hala çıkaramadık ağzımızdan.
Neyse bırakayım siyaseti de iddiaya döneyim.
Arkadaşı, ampulü ağzından çıkaramamasına hayret etmiş ve denemek için evdeki başka bir ampulü kendi ağzına sokmuş.
Bilin bakalım ne olmuş?
Ampulcüler hemen anladı.
Çünkü o ampul de ikinci delikanlının ağzında kalmış ve çıkaramamış.
Bunun üzerine iki kafadar hastanenin yolunu tutmaya karar vermişler.
Ağızlarında ampul olduğu halde bir taksiye atlamışlar.
Konuşma zorluğu çekerek güya taksiciye dertlerini anlatmışlar.
Taksici bir taraftan gülme krizi geçirirken bir taraftan da “Nasıl olur abi ya, uğraşsanız çıkar… Bir asılın şuna, şaka mı yapıyorsunuz?” diye söylenmiş.
Neyse akşamın bir yarısında acile gelmişler.
Taksici parasını alıp ayrılmış.
Doktorlar delikanlıları beklemeleri için bir odaya almışlar.
Veeee, aradan 15 dakika geçmeden taksici kapıda görünmüş;
Tabii ağzında bir ampulle.
Sebep mi?
Taksici delikanlılara inanmamış, bir marketten ampul alarak denemek istemiş ve ampulü gırtlağına kadar sokmuş.
Hastanede onların ampullerini çıkarmışlardır elbet, ama biz “Bir şey olmaz” diyerek ağzımıza soktuğumuz ampulü, 23 senedir hala çıkaramadık…
Haydi bakalım size iyi hafta sonları.
İyi eğlenceler…
Size sevdanın yolları,
Bize iyi çalışmalar…