Gazeteciler olarak gündemi takip etmek, Formula yarışlarını takip etmekten daha zor.

Terörsüz Türkiye projesinden tutun da, belediyelere yapılan operasyonlara kadar her şey var içeride.

Şimdi de şirketlere başladık.

Tutuklamalar, el koymalar, kayyum atamalar.

Hatta futbol takımına bile kayyum atanmış.

Ne olacak şimdi, müfettişler teknik direktör olarak takımın başında sahaya mı çıkıp, “Evladım boş verin 3-5-2’yi, çıkın sahaya adam gibi top oynayın” mı diyecek?

Neyse!

En çok konuşulan ise Amerika seyahati.

Ne aldık, ne verdik.

Aldıklarımız arasında 300 Boeing kalem olarak epey yüklü bir yer tutuyor.

Belli ki muhalefetin ağzını kapatmak için yapılmış bir alışveriş.

Zira “Yapılan havaalanlarına uçak inmiyor” diyerek şikâyet eden muhalefete “Bakın Boeing iniyor” demek için alındığı kesin.

Uçak almak kolay da kullanacak kişi bulmak biraz zor gibi.

Ama bu iktidarımız diploma konusunda uzman olduğundan yandaşlarına bol bol pilot diploması vererek işi çözebilir.

Kimse merak etmesin.

Ondan sonrasında uçaklar o pistlerden kalkar mı, kalkarsa oralara iner mi bilemem.

Onu da uçağın içinde saçları diken diken olmuş yolcular düşünsün.

Neyse!

Uçak demişken bir de “Kaan” var tabi.

Hani yerli ve milli uçağımız.

Hani 2023 yılında semalarımızda uçarken göreceğimiz uçak.

Meğer daha motoru yokmuş.

Motoru konusunda açıklama yapan Dışişleri bakanımız Hakan Fidan yalan söyleyecek değil herhalde.

Şunları demişti, unutanlar veya duymayanlar için yazayım:

“Şu anda almayı beklediğimiz F-35 ve KAAN’ın motorları var. ABD Kongresi’nde bekletiliyor ve lisansları durmuş durumda. Onların lisanslarının hayata geçirilmesi ve motorların gelmesi lazım ki KAAN’ların üretimi başlayabilsin. Bizim ABD ile olan ilişkimizde sınırlamaların olması, bizi ister istemez uluslararası sistemde daha farklı arayışların içerisine itecek”

Yerli motor üretimimiz ise 2032’yi bulacak.

O halde Silahlı Kuvvetler envanterimizde henüz yerli uçak yok.

Bu kadar basit.

Neyse!

Gazze ile ilgili iktidarımız sürekli demeçler veriyor.

Durumu dünyaya anlatmaya çalışıyor, güzel.

Ancak siyasi ve fiziki olarak bir icraat söz konusu değil.

Tepki konusunda hazır ABD’ye gitmişken, dünya kameraları üzerimizdeyken bunu gündeme getirmek lazımdı sanki.

Neyse!

Bir de Ruhban Okulu meselesi var.

Lozan Antlaşmasına göre “Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler”, 1925 tarihli “Türk-Bulgar Dostluk Anlaşmasına göre” Hıristiyan Bulgarlar azınlık olarak kabul edilmiş.

Azınlıkların belirlenmesinde dini mensubiyet esas kriter olarak alınmış.

Azınlıklara verilen haklar Lozan Antlaşmasının 37-45. maddelerinde düzenlenmiş.

Patrikhane meselesi görüşülmesine rağmen, bir Türk kurumu olarak kabul edildiğinden, bu konuda antlaşmada herhangi bir düzenleme yer almamış.

İngiltere ve Yunanistan’ın ortak taahhütleri ile Patrikhanenin Türkiye’de kalmasına izin verilmiş.

Lozan Barış Antlaşması müzakereleri sırasında, Rum Ortodoks Kilisesi’nin reisi olan Patriğin Türk Hükümeti tarafından atanan “Bir memur” statüsünde, Patrikhanenin de “Dini bir müessese” olarak İstanbul’da kalması görüşü benimsenmiş.

Yani Lozan’da belirlenen statüye göre Fener Patrikhanesi;

Siyasi ve idari görev, imtiyazları bulunmayan, sadece İstanbul’daki Rum azınlığa yönelik dini faaliyet gösteren, Türk yasalarına tabii, dini bir kuruluş.

Bu nedenle “Ekümeniktik” vasfı taşımayan Patrikhanenin tüzel kişiliği de bulunmuyor.

Bu konu öyle “Verelim ya n’olacak!” denilecek kadar basit değildir.

Ona da neyse!

Yerli siyasette ise AKP’deki istifalar dikkat çekiyor.

Kimisi bu istifalar için “AKP politikalarına karşı bir tepki” diyor, kimisi de “Genel merkez tarafından kısıtlı faaliyet gösterenlerden istifaları isteniyor” deniliyor.

Diğer taraftan da “Parti içi güç gösterileri” olarak da gösteriliyor.

Çanakkale için; mevcut milletvekili ile geçmişte vekillik yapmış kişi arasındaki “Taht kavgası” olarak dedikodusu yayılıyor.

Son haftada AKP içinde “Erdoğan sonrasına hazırlık” şeklinde bir tartışma yaşanıyor.

Bunun sonucunda da “Kim gelecek?” sorusu sürekli gündemde.

Ama şu gerçek; “Kim gelirse gelsin bir Erdoğan olmayacak ve parti çöküşe geçecektir…”

Bu siyasetin kanunudur.

Geçmişte örnekleri çoktur…

Neyse!

BİRAZ TEBESSÜM

Bazı gerçekler gerçekten gülümsetir.

İnternette bulduğum bu tespitler umarım sizin de hoşunuza gider.

Bu esprileri gençlik yıllarımızda oldukça fazla yapıyorduk zaten.

Misafirin yanında dayak yemeyeceğini bildiği için sınırları zorlayan çocuktaki cesaret kimsede yoktur...

Kavgaların en çok “Ne bakıyon len!” diye çıktığı bir ülkede, otobüslere karşılıklı koltuk yapmak sizce çok mantıklı mı gerçekten?

Dişini fırçalayan erkeği bulmuş da, macunu ortadan sıkmayanını istiyor.

Bak bak kadındaki lükse bak…

Arabada kemer takmak zorunluyken, otobüslerde milletin ayakta gitmenin serbest olmasını bana biri anlatsın lütfen!

Türklere özgü ikna şekli, “…ölümü gör!”

Bazen başımı alıp gidesim geliyor ama Müge Anlı dan korkuyorum, gelip beni de bulur diye.

Asansör çağırma tuşuna defalarca basarak daha hızlı geleceğini zanneden tek milletiz herhalde…

Annem beni ders çalışırken gördü, gözleri yaşardı.

Ben de bıraktım ders falan çalışmıyorum.

Ondan değerli mi, kıyamam ben ona.

Kulağımda kulaklık var, dürtüp “Müzik mi dinliyorsun?” diye soruyor.

Yok kuleden iniş izni istiyorum. Pilotum ben…!

Pizzayı yuvarlak yapıp, üçgen kesip, kare kutuya koyanla, evleri kare ve dikdörtgen yapıp adını “Daire” koyan kişi aynı kişi olmalı...

Eve gelen misafirin “Tuvalet var mı?” diye soruşuna ayar oluyorum.

Yok biz poşete yapıp karşı apartmanın damına atıyoruz…

Anneme, “Anne ben evlatlık mıyım?” diye sordum, “Öyle bir şey olsa seni mi seçerdik?” dedi.

Haklı kadın…

“Gözleri aşka gülen en taze söğüt  dalısın” diyor şarkıda.

Bu hayatımda duyduğum en kibar, en naif ve en sanatsal “Odunsun” deme şekli.

Her zaman “Ne yapıyorsun?” diye sorduğumda, “N’apiim sen napıyorsun?” diyen bir arkadaşım var.

Yıllardır ne yaptığını bilmiyorum.

27653941 keredir diyorum size, şu sayıları okumuş gibi yapıp geçmeyin diye...

Sadece Türklere özel bir ağırlık birimi “Gavur ölüsü gibi…”

Fırıncı bana “Sıcak ekmek veriyorum” dedi. “Abi boş ver sıcak ekmeği, nasıl olsa eve gidince annem bayatları yedirecek” dedim.

Sarıldık, ağlaştık…

Bizler “Arkası gelmez dertlerimin” şarkısını söylerken göbek atan bir toplumuz.

Kimse bana normal olduğumuzu söylemesin.

Yemem.

İnsanımız gariptir.

Camı siler “Ayna gibi oldu” der, aynayı siler, “Cam gibi oldu” der.

En iyi tedavi şekillerimizden biri, “Git bir elini yüzünü yıka geçer” sözüdür.

Pazarda çocuğunu kaybedince feryat figan ağlayan, bulunca da öldüresiye döven anneye “Türk annesi” denir.

UYANDIR MA!

Bir gün kurt, sinsi sinsi koyun sürüsüne yaklaşmaya çalışırken,

Horoz kurdu görüp ötmeye başlamış.

Ama ne bağırtı, ne bağırtı.

Resmen bir yerlerini yırtmış.

Horozun sesine uyanan çobanın köpeği, kurdu görünce ve havlamaya başlamış.

Köpeğin sesine çoban uyanmış, kurdu görünce yaygarayı basmış.

Çobanın yaygarasına, uykusu derin olmayan köylüler uyanmışlar ve kurdu kovalayıp koyunları kurtarmışlar.

Sürü kurtulunca keyfe gelen köylüler horozu kesip çobana ikram etmişler.

Zavallı horoz, kurdu gördüğünde sussaydı şu anda yaşıyor olacaktı.

Mükâfat alması gerekirken boğazına bıçağı yiyivermiş.

Kıssadan hisse olarak şu sonuç çıkmış:

“Kurban edilenler ise hep uyandırmaya çalışanlar olmuşlar.”

HANGİ SALAK!  

Doktor, çiftlikte sığırla uğraşırken eli kapıya sıkışıp kesilen 75 yaşındaki bir çiftçinin elindeki kesiği dikiyordu.

Bu arada yaşlı adamla muhabbete başladı ve sonunda konu politikacılara ve onların lider olarak rollerine geldi.

Yaşlı çiftçi anlatıyordu;

“Gördüğüm kadarıyla çoğu politikacı direkteki kaplumbağaya benzer” dedi.

Bu terime aşina olmayan doktor ona “Direkteki kaplumbağa da ne demek?” diye sordu.

Yaşlı adam cevapladı;

“Bir köy yolunda giderken bir çitin üzerinde kaplumbağaya rastlarsanız buna ‘direk kaplumbağası’ denir” dedi.

Yaşlı çiftçi anlattıklarının sonucunda, doktorun yüzünde şaşkın bir ifade görünce açıkladı;

“Kaplumbağa oraya ait olmadığından, kendi başına çitin üzerine çıkmadığını bilirsin. Çünkü orası iş yapma becerisinin çok üstünde bir pozisyondur. Sen, sadece onu bu pozisyona hangi salağın getirdiğini merak edip durursun!”

Hazır laf kaplumbağadan açılmışken bir yazı daha ilave etmek de yarar var.

Kaplumbağaya sormuşlar:

“Buradan karşı köye ne kadar zamanda gidersin?”

Kaplumbağa cevap vermiş:

“Yağmuru, çamuru, rüzgârı, inişleri, yokuşları hesap ettim... Üç günlük yol ama ben altı günde giderim...”

Altı gün geçmiş ama kaplumbağa karşı köye hala gelememiş...

Aramışlar taramışlar, yolun yarısında bulmuşlar kaplumbağayı...

“Hayrola?” diye sormuşlar, “Üç günlük yolu altı günde bile gelemedin?”

Kaplumbağa cevap vermiş:

“Sormayın arkadaş!.. Yağmuru, çamuru, inişi, yokuşu hesap ettim de, kötü insanları hesap edemedim... Ne zaman hızla ilerlemeye başlasam tutup ters çevirdiler...”

ADALET!

Kadına tecavüz eden adam 20 yıl yemiş.

Ne çare ki af gelmiş, 20 ay yatmadan çıkmış.

Kadın bulmuş bir tabanca, kendisine tecavüz edeni, sokak ortasında;

“Bam! Bam! Bam!”

Tutmuşlar, hâkim karşısına çıkarmışlar.

Hâkim sormuş:

-“Kızım, niye öldürdün adamı?”

-“Bana tecavüz etmişti Hâkim Bey.”

-“Devlet cezasını vermedi mi?”

-“Verdi Hâkim Bey, yirmi yıl. Amma yirmi ay yatmadan af ile geri çıktı.”

-“Ama kızım, devlet affetti, bunda ne var?!”

Kadın celallenmiş bağırmış:

-“Hâkim bey hakim bey! Bu şerefsiz devlete değil, bana tecavüz etti. Ben affetmeden kimse onu affedemez.”