Benim 21 yıldır yazılarımı takip eden okuyucularım bilir;
Ben meslek lisesi çıkışlıyım…
Biz orada sadece meslek değil,
Planlamayı öğrendik,
Disiplini öğrendik,
Öğrenmeyi öğrendik,
Takım çalışmasını öğrendik…
Temizlik yapmayı öğrendik,
Etrafımızı pisletmemeyi öğrendik…
Yaratıcılığı öğrendik…
Büyüklerimizi dinlemeyi, saygıyı, sevmeyi öğrendik…
Biz orada düzgün ve temiz kıyafet giymeyi, okul dışında meslek liseli gibi davranmayı öğrendik…
Biz var ya biz;
Orada insan olmayı öğrendik.
Bu girişi neden mi yaptım?
Sosyal medyada bulduğum şu yazı yüzünden.
Bakın birisi anlatmış meslek liselerinin değerini.
Dün oto tamiri için sanayiye uğradım. Bir haftadır sıra alamıyordum, sonunda şans yüzüme güldü.
Arabadan “tık tık” bir ses geliyordu, meğer alt tarafta sürtmeden kaynaklı minicik bir vida gevşemiş.
Usta geldi baktı, “Hallederiz” dedi.
Tüm işlem sadece 15 dakika sürdü.
“Ne kadar borcum var?” diye sordum.
“2000 lira ver yeter” dedi.
Yanlış duymadınız:
15 dakikada bir vida sıkmak: "2000 Lira"
Usta, yüz ifadesinden anladığım kadarıyla bana iyilik yaptığını düşünüyordu.
Sanki “Padişahın lütfu” gibi…
Adam anlatmaya devam ediyor:
Değerli dostlar!
Şaka gibi geliyor ama bu bir gerçek.
Çünkü gençlerimiz meslek beğenmiyor, herkes "Fenomen", herkes "YouTuber", herkes “Influencer” olma peşinde.
Sonuç:
Bugün artık elinde tornavida tutan her usta altın değerinde.
Bizim gibiler de “Vida mı sıkıldı, yoksa altın mı işlendi?” diye düşünerek cebini boşaltıyor.
Asıl mesele şu:
Türkiye’de meslek liseleri cazip hale getirilmedikçe daha çook kazık yer.
Halimize güler, hem ağlar, hem de cebimizi tamircinin bahşiş kutusuna çeviririz.
Sağlıcakla kalın…
Koç'un dediği gibi:
"Meslek lisesi,
Memleket meselesi…"
Peki meslek liselerine gereken değer veriliyor mu?
Koskocaman:
"Haayyııırrr!"
Ancak yazıda bahsedilen ustaların da hakkını yememek lazım.
Usta aslında bilgisini satıyor.
15 dakikada vida sıktıysa, "Hangi vidayı sıkacağını bilmesinin arkasında, 40 sene var."
Onu da unutmamak lazım.
Şimdi beni konuşturmayın.
Bu iktidarın otoyol, köprü, tünelden başka neye önem verdiğini gördünüz?
Meslek liselerine önem verseydi Kaan'ın motorunu bu meslek liselerinde çok rahat yapar, Amerikalardan almazdık.
Yalan mı?
SERKAN POLİS
Elinde telefon gezdirip, sosyal medyada sörf yapan herkes, paylaşımları beğenilen Trafik Polisi Serkan Durmuş'u bilir.
Bu kardeşimiz çağımıza uygun iletişim kanallarını keşfetmiş ve sadece vatandaşa faydalı olacak bilgileri vermek için böylesi bir yol seçmiş.
Eğitim amaçlı yaptığı yayınlarla, bilhassa öğrenmeyi bir kenara bırakmış gençlere onların kanalıyla ulaştığına inanarak, iyi bir iş yaptığı konusunda kendisini destekleyip, takdir ediyordum.
Tüm bunları yaparken mizahi bir dil kullanarak, polisimizi insanlara sevdirmesi de ayrı bir hizmetti.
Peki ne oldu?
Sosyal medyada paylaştığı içerikler nedeniyle şikâyet edilmiş.
Sebep mi?
Soruşturma kapsamında polis memuruna, “Yetkili olmadığı halde kamuoyuna bilgi vermek” ve "Görev sırasında yasaklanan davranışlarda bulunmak”
Bu fiillerin karşılığı olarak polis memuruna uyarı cezası verildi ve ayrıca;
"Maaş kesimi" ve "Kısa süreli görevden uzaklaştırma" cezası verildi.
Şimdi;
Bu kardeşimizi şikâyet eden vatandaşa soruyorum;
Derdin ne?
Neden şikâyet ettin?
Ne istedin?
Hz. Ali'ye sormuşlar.
"Ya Ali şu karşıdaki adam sana kötü kötü bakıyor. Niyeti kötü olmasın?"
Dönmüş cevap vermiş.
"Merak etmeyin sıkıntı yok. Ben ona bir iyilik yapmadım ki…" demiş.
Bu alıntıdan anladığımız şu;
"Kimseye iyilik yapmayacaksın…"
Polis kardeşim!
Ne gerek var insanları bilgilendiriyorsun?
Bırak cahil kalsınlar!
Sana ne!
Bak ne oldu?
Maaşından oldun, uzaklaştırıldın.
Oldu mu şimdi?
PARADOKS
Richard Feynman şöyle der:
“Eğitim ile zekâyı asla karıştırma; doktora derecesine sahip olabilirsin ama yine de aptal kalabilirsin.”
Yani: Diplomalar tek başına bilinçli bir akıl oluşturmaz; bir kişi eğitim aldığını belgeleyen evraklara sahip olabilir, ancak derin düşünme ya da doğru anlama yeteneğinden yoksun olabilir.
Buradaki paradoks şudur:
Zekâ, ezberlediğimiz müfredatlarla değil, bilgiyi nasıl kullandığımızla ölçülür:
"Nasıl analiz ederiz, sorgularız, bağlantı kurarız ve hayatla nasıl başa çıkarız."
Eğitim bize araçları sunar, ama zekâ bu araçları Bencil kibirden ve gösterişten uzak topluma ve milli değerlere ne şekilde nasıl kullandığımızda ortaya çıkar.
GÜNÜN HİKÂYESİ
Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı.
Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu.
Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu.
Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, "Burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur" diyorlardı.
Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti.
Adamın haline bakıp, "Çiftlik işlerinden anlar mısın?" diye sormadan edemedi çiftlik sahibi.
"Sayılır" dedi adam, "… fırtına çıktığında uyuyabilirim."
Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boş verip çaresiz adamı işe aldı.
Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı.
Ta ki o fırtınaya kadar…
Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı.
Öyle ki, bina çatırdıyordu.
Yatağından fırladı, adamın odasına koştu:
"Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım."
Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: "Boş verin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya..."
Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı.
Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu.
Dışarı çıktı.
Saman balyalarına koştu:
"Aaa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı."
Ahıra koştu.
"İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti."
Tekrar evine yöneldi;
"Evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı."
Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı.
Fırtına uğuldamaya devam ediyordu.
Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı:
"Artık fırtına çıktığında rahatlıkla uyuyabilirim…"
“Sıkıntılara; zihnen (bilgi, plân), manen (dua) ve maddeten (tedbir) hazırsanız, fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz.
Hem de, hayatınız boyunca.”
YÖRÜKLER
Biz Yörükler;
Dağa oduna giderken, baltanın, tahranın kesici yerini "Ağaçlar korkmasın deyi" bezle bağlarız.
Kuru odun ederiz.
Kuru odun bulamazsak ağacın etrafında defalarca döner, üzülerek zayıf dalı keser pişmanlığı yaşarız.
Çünkü ağacın yaşamasını isteriz.
Aynı şekilde kurban keserken bıçağı kurbana göstermeyiz, kurbanlık korkmasın üzülmesin deyi.
Aynı şekilde, Tarlada buğday ya da sebze çifti sürerken; Atamızın eti, kanı, kemiği toprak olduğunu, "Toprağın Ata olduğunu bilir çift sürerken, sabanı sert olarak toprağa çakmayız." Toprak yani "Atamız incinmesin" diye çifti yavaş süreriz.
Buğday ekerken "Aşa, Kuşa, Boşa" diye ekeriz, üçte birine razı oluruz, kuşun, karıncanın ve yabanın hakkını ayırırız.
Yük yüklerken de hayvanlara çekebileceği yükü yükleriz.
1 kile 13 kg gelir bizim yörede.
Eşeğe beş kile, Katıra 8 kile, deveye bir mut buğday yükleriz.
Sabah önce hayvanları doyurur sonra kendimiz doyarız.
Yılanın bile hakkı olur diye, sağdığımız sütten birazını toprak kaba koyar, damın guytusunda bir yere bırakırız.
Yılan sütünü içer, her evin bir yılanı vardır biliriz.
Sadakamızda, kurbanımızda diğer yokluk çeken insanların payını veriyiz.
Ağacın dibinde abdest alırız.
Hayvana kova ile su verdiğimizde, artanını ağacın dibine dökeriz.
İnsanoğlu gibi ayakları toprakta, başı havada yaşayan ve "Topraktan gelip toprağa giden ağaç yaşasın" isteriz.
Anası ölmüş kuzuyu, kuzusu ölmüş koyuna yakarız, yetimi öksüzü yaşatırız.
Eskiler eyi bilir sütanne vardır.
Ananın sütü yetmezse başka ana, bebeği emdirir ve sütanası olur.
Bizler "Nazarımıza ancak dağlar dayanır" diye sabah kalkınca;
Önce dağlara,
Sonra hayvanlara,
Sonra insanlara bakarız.
Gözümüzün nazarından bile koruduğumuz; yaratanın yarattığı, "Yaratılandır."
Bizim kimseye zararımız olmaz, olursa faydamız olur.
Biz yaşatarak yaşarız.
Bize "Kimsiniz?" derseniz biz;
Yörüyen Türk, Yörük'üz arkadaş.
Yörük Türkmen Derneği
Ramazan Kıvrak
BİRAZ TEBESSÜM
Lokantanın birinde o yörenin en tanınmış pehlivanı çorba içiyormuş.
Derken zayıf cüsseli bir müşteri daha girmiş içeriye.
O da çorba istemiş.
Garson çorbayı getirmiş, müşteri limon da istemiş.
Garson "Beyefendi son limonu şu karşıdaki beye verdim maalesef limonumuz kalmadı" demiş.
O sıska görünümlü müşteri de "Olsun o beyefendinin sıktığı limonu getir" demiş.
Garson da "Aman beyefendi, o buraların en namlı pehlivanı onun sıktığı limonda su mu kalır?" der.
Müşteri "Olsun kardeşim sen getir" der.
Pehlivan da olanları göz ucuyla seyretmektedir.
Garson gider pehlivanın masasındaki sıkılmış limonu getirir ve masasına bırakır.
Pehlivan sıkılmış limonun suyunun çıkmayacağını bildiği için bıyık altı gülmektedir.
Yeni gelen o sıska görünümlü kel müşteri, suyu sıkılmış limonu alır ve öyle bir sıkar ki çorbaya inen suyun şıkırtısı öbür masalardan duyulur.
Hem Pehlivan hem de diğer müşteriler şaşkınlık içinde kalmıştır.
Özellikle gururu da kırılan Pehlivan sıska müşterinin yanına gider ve:
"Bu yörede gücü ile nam salmış en ünlü pehlivan benim. Sen kimsin ki bu limondan hala su çıkartabildin? Bana adını bahşeder misin yiğidim" diye sorar? Sıska adam pehlivanı baştan aşağıya süzer ve gayet gururlu bir şekilde "Tabii aslanım! Benim adım Mehmet Şimşek" der.