“Balta olmak” deyimi şeklinde bir deyim var dilimizde.
Genellikle “İşe yaramaz, Beceriksiz, Körelmiş, İşlevsiz hâle gelmiş” kimse veya şeyler için kullanılıyor.
Balta, keskinliği sayesinde işe yarar; fakat köreldiğinde odun kesemez.
Buradan mecazen, “Yeteneğini kaybetmiş, Elinden iş gelmeyen, Faydasız” anlamı çıkarılmış.
Fakat bu “Balta olmak” deyimi başka.
Bu deyim “Musallat olmak” anlamında kullanılmış zamanında.
Nasıl mı?
İşte her deyimin olduğu gibi bu deyimin de bir hikâyesi var tabi.
Yeniçeriler İstanbul Limanına gelen bütün mal ve erzak gemilerinin komisyonculuğunu bıçaklarının kuvvetiyle yönetimleri altına almışlar.
Bu yeniçeriler; limana bir gemi geldi mi, açıkta demir attı mı, sandalla gidip bir iskeleye palamar verdiyse (iskeleye bağlandıysa) hemen gemiye atlayıp mensup oldukları ortaklığın nişanını ve kendi adlarını taşıyan bir levhayı geminin burnuna asarlarmış.
Bundan sonra geminin yükü ne olursa olsun, mal ve erzakın sahibi veya geminin kaptanı, boşaltma ve satış işine karışamazmış.
Bu işi, gemiyi sahiplenen o yeniçeri yapar ve toplam mal parasından dilediği aslan payını alırmış da, kimse de ağzını açamazmış.
Elbette bu tür davranan yeniçerilerin asıl güvendikleri arkalarındaki ortaklarıymış.
Sahiplenmek niyetiyle gemilere asılan bu zorba nişanlarına “Balta” denilirmiş ki, bugün bile halk ağzında “Musallat olma” yerine kullanılan “Balta olmak” deyimi buradan kalmış.
Geminin yükü dikkat çekecek kadarsa, bıçağına ve avanesine güvenen bir başka zorba önceden takılan baltayı indirir, yerine kendi nişanını asar ve bunun üzerine derhal oracıkta kanlı bir kavga başlarmış.
Bir tarafın öbür tarafı sindirmesine “Bıçak altından geçirme” denilirmiş.
Bazen da sırf külhanbeylik güdülerek, zorbalar arasında, (bilhassa Galata’da Hendek içinde, günü, saati ve şahitleri de tespit edilmek suretiyle) yatağanlar ve palalarla, Batılıların düello etmesi gibi, teke tek dövüşülürmüş.
Bu dövüşlerin çoğu ölümle neticelenir, eğer taraftarlar kendilerini tutamayarak ortaya atılırlarsa gerçek bir çatışma yaşanırmış.
KAHVENİN AYRICALIĞI
Rivayete göre eskiden “İstenmeyen bir misafir çıkageldiğinde”, evin büyüğü hanımlara “Ayran katın da içelim” dermiş.
Amaç, hızlıca çalkalanıp hazırlanan ayranı ikram edip, misafiri de bir an önce göndermekmiş.
Ama tam tersi, “Sohbetine doyum olmayan bir misafir kapıya uğradı mı”, bu kez ağızdan “Şöyle okkalı bir kahve yapın da içelim” cümlesi dökülürmüş.
Nitekim kahvenin kavrulması, el değirmeninde öğütülmesi, közde ağır ağır pişirilmesini beklerken, dostlar da birbirleriyle uzun uzun muhabbet edermiş.
Kısaca bir yere gittiğinizde size kahve ikram ediliyorsa “Sevildiğinizi” bilin…
MUTLU OLMAK
Kral vezire sormuş:
“Hizmetçimin hayatta benden daha mutlu olduğunu görürüm, neden? Oysa onun hiçbir şeyi yok. Ben ise kralım, her şeye sahibim ancak huzursuz ve keyifsizim.”
Vezir der ki:
“Onda 99 kuralını deneyin efendim.”
Kral, “99 kuralı nedir?” diye sorunca,
“Gece bir keseye 99 dinar koyup kapısına bırakın ve üzerine de ‘Bu 100 dinar sana hediyedir’ yazarak kapısını çalın, sonra olanları izleyin” diye cevap verir.
Kral vezirin dediğini yapar.
Hizmetçi keseyi alıp dinarları sayar ancak bir tanesinin eksik olduğunu görünce “Herhalde dışarıda düştü” diyerek ev halkıyla birlikte aramaya koyulur.
Gece biter.
Hepsi hala kayıp dinarı arıyorlardır.
Eksik dinarı bulmadıkları için baba çocuklarına kızar ve sakin halini bırakıp onlara saldırgan hale gelir.
Diğer günün sabahı, hizmetçi gamlı bir düşüncededir.
Zira bütün gece uyumamıştır.
Asık suratıyla, keyifsiz, tebessümsüz ve halinden şikâyetçi bir suretle kralın yanına gider.
Böylece kral da 99 kuralının manasını anlamış olur.
Şöyle ki; bize hibe edilen 99 nimeti unutur, bütün hayatımızı kayıp bir nimeti aramakla geçiririz!
Bize takdir edilmeyen bilmediğimiz hikmetlerden dolayı bizden men ettiği bir şeyin peşine düşer, kendimizi mutsuz, huzursuz eder ve içinde bulunduğumuz nimetleri unuturuz!
Her şeyi bırakın ve sahip olduklarınızla mutlu olmaya bakın…
ADETLER
Türklerin Şamanizm’den İslamiyet’e geçişi yüzyıllar öncesine dayansa da günümüzde Şamanizm’den kalan birçok adet ve gelenekleri bulunuyor.
İşte onlardan birkaçı.
Su dökerek uğurlama:
Gidenin arkasından su dökmek eski Türklerdeki su kültünün doğurduğu bir adettir.
Mum yakma:
Câmi avlularında mum yakılması, ağaçlara bez ve çaput bağlanması da Şamanizm döneminden günümüze aktarılan geleneklerdir.
Tahtaya Vurmak:
Yine, istenmeyen bir olay duyulduğunda tahtaya el ile tokmak gibi üç kere vurulması da, kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek amacına yönelik eski bir Şaman inanışıdır. Bazısı Amerikalılara da geçmiş adetlerdir. Zira Amerikalılar da “knock on the wood” deyip 3 defa tahtaya vururlar.
Kurşun Dökme:
Kurşun Dökme de Şaman geleneklerinden kalan bir âdettir. Şamanlar bu ritüele “Kut Dökme” anlamına gelen “Kut Kuyma” adını vermişlerdi. İnsana musallat olan kötü ruhların olumsuz etkisini ortadan kaldırmaya yönelik olarak çok eski dönemlerde uygulanan sihir kökenli bir ritüeldi.
Kırmızı kurdele:
Loğusa kadınların başına bağlanan kırmızı kurdele Şaman döneminden günümüze kadar ulaşmış bir adettir. Bu kurdelenin anneyi ve yeni doğan çocuğu, “Albız” denen şeytana karşı koruduğuna, özelikle Alevilikte gözlemlenen mezarın başına bağlanan kırmızı kurdelenin de ölüye kötü ruhların musallat olmasını engellediğine inanılır.
Ay:
Anadolu’da yeni ayın görünmesi sırasında yere diz çökerek niyaz edilmekte, gökyüzüne, aya ve toprağa bakarak dilekte bulunulmaktadır. Yeni ayın yeni umutlara ve yeni başlangıçlara vesile olacağı düşünülür. Bu olgu da Türklerin eski Göktanrı inancından kaynaklanmaktadır.
40 Sayısı:
Eski Türk inanışına göre ruh fiziki bedeni 40 gün sonra terk etmektedir. Türk destanlarında 40 sayısı çok yer alır ve 40 yiğitler, 40 kızlar epeyce geçer. Manas destanında olduğu gibi, Dede Korkut hikâyelerinde 40 yiğitler görülmektedir.
Kırgız türeyiş efsanesinde de, Sağan Han’ın bir kızı ve 39 hizmetçisi ile 40 kız bir gölün kenarına giderek sudan gebe kalmışlardı. Oğuz’un verdiği şölende, diktirdiği sırıkların boyu 40 kulaç uzunluğunda idi. Hikâyelerde ve masallarda 40 gün ve 40 gece düğünler, 40 haremiler, 40 satır ve 40 katır çok geçer. Bazı ejderhalar vardır ki onlar yenilmez ve ölmezler, ancak bunların tılsımları bozulursa ölürler. Bu gibi ejderhaların 40 günlük bir uyku zamanı vardır.
İşte bu zamanda ejderhanın yanına gidilir, üzerinden 40 tane kıl koparılır, ateşe atılarak yakılırsa ejderha da ölür.
40 sayısı da totemcilik döneminden kalma bir inanıştır. Semavi dinler dâhil tüm dinlerde 40 sembolizmasının görülmesi dinlerin evrim süreci konusunda fikir vermektedir.
İslâmiyet’te ölümün ardından 40 gün geçtikten sonra Kur’an ve Mevlit okutma âdetlerinin, Musa’nın Tanrı’nın buyruklarını Tur dağında 40 gün 40 gecede almasının, eski Mısır’da firavunun ölümünden 40 gün sonra Cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kalmasının, Hıristiyanlar’ın paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanmasının, Ayasofya Kilisesinin zemin katında 40 sütununun ve kubbesinde de 40 penceresi olmasının kökeninde o devirlerden kalma Şaman veya totem geleneklerine benzetilmektedir.
Mezartaşı:
Şaman ayin sırasında yardımcı ruhlarını kullanmaktadır. Ölülerin, ailenin vefat etmiş büyüklerinin, eski Şamanların ruhlarının, ormanın, suyun ve yerin yardımcı ruhlarının da Şaman’a yardım ettiği kabul edilir.
Ölen büyüklerin ruhlarının çoğalması sonucu bu ruhların en kıdemlisinin ruhların başına geçeceğine ve bunun da diğerlerinin yardımı ile Şaman’a yol göstereceğine inanılır.
Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şaman’a gökyüzüne yapacağı yolculukta yardımcı olmaktadırlar.
Toplumda ulu kabul edilen kişilerin ölümünden sonra ruhlarından medet ummak mezarları kutsamış ve bu yerler medet umulan yerler hâline gelmişlerdir.
Günümüzde mezar, türbe, yatır ve benzeri yerlerin ziyareti ve bunlardan medet umulması da bu inanç sisteminin devamı olarak ortaya çıkmıştır.
Eski Türklerde mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın veya mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.
Arap dünyasında mezar taşı yoktur. Ölünün toprakla bütünleşmesi ve zaman içinde kaybolması istenir. Kutsanması günahtır. Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın sanat eseri hâline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir.
Dilek tutma:
Göktanrı inancında kanlı kurbanlardan başka bir de kansız kurbanlar vardır.
Ağaçlara veya kamın davuluna bağlanan paçavralar, ateşe yağ atma, tözlerin ağızlarını yağlama ve kımız serpme gibi törenler bu kansız kurbanlardır.
Ölüm:
Şamanizm’de köpek ruhun yaklaştığını uzaktan acı ulumayla haber verebilmektedir. Sıradan bir kişi bu ruhu görürse bu onun pek yakında öleceğine işaret sayılır. Anadolu’da günümüzde köpek uluması uğursuz sayılmaktadır. Köpeklerin bazı olayları önceden algıladıklarına ve bunu uluyarak anlattıklarına inanılır.
İçki:
Şamanlar (kamlar), Tanrı ve koruyucu ruhlar için arak (şeker kamışı ve hurmadan yapılan rakı) saçı saçarlar, bu kansız kurban sayılır. Oysa İslâm’da içki içilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Eski Türk kültüründe içki içilmesi yaygın bir gelenektir. Özellikle düğünlerde ve mutlu günlerde müzik eşliğinde içki içilmesi geleneği vardır.
Kubbe:
Ayrıca, cami mimarisine kattığımız “Kubbe” gök tanrı dininden taşıdığımız bir durumdur.
Nazar:
Anadolu’da halk arasında “Nazar” olgusu çok yaygın bir inançtır. Bazı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve bunların bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık verdiğine, kötülük yaptığına inanılır. Bunun önüne geçmek için “Nazar Boncuğu”, “Deve Boncuğu”, “Göz Boncuğu” v.s. takılır. Nazar olgusu da eski Türk inançlarındandır.
Halı Kilim Desenleri:
Şaman’ın üzerine giydiği giysiye yılan, akrep, çıyan, kunduz gibi yabanî ve zararlı hayvan şekilleri çizilerek onların kaçırılacağına inanılırdı. Bugün Anadolu’da Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim gibi örgüler Şaman giysilerinin izleri taşımaktadır.
Müzik:
Şamanlar ayinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz bir ayin düşünülemez. Oysa İslam dininde Kur’an dışındaki dinî eserlerin müzikle okunması günahtır. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin hayatları müzikle okunmaktadır. Mevlit ve İlahiler sadece Anadolu’da uygulanan müzikli anlatımlardır.