Türk-İslam medeniyetinin en özgün kurumlarından biri olarak bilinen Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu’da ortaya çıkmış, esnaf ve zanaatkârları bir çatı altında toplayarak hem ekonomik hem de sosyal hayata yön vermiştir.
Ahi Evran tarafından sistemleştirilen bu teşkilat, yalnızca bir meslek örgütü değil; aynı zamanda ahlaki, dini ve toplumsal değerleri de içeren bir hayat tarzı olarak kabul edilmiştir.
Ahilik, bireylerin mesleki becerilerini geliştirmenin yanı sıra dürüstlük, yardımlaşma ve kardeşlik ilkelerini de ön plana çıkarmıştır.
Ahiliğin en dikkat çeken yönü, ekonomik faaliyetlerle ahlaki değerleri birleştiren yapısının olmasıdır.
Batı’daki “Lonca sistemine” benzese de, Ahilik daha çok, dini ve kültürel öğelerle yoğrulmuş bir kurumdur.
Ahiler, “Eline, beline, diline sahip ol” prensibiyle hareket etmiş; bireyin ahlaklı, üretken ve topluma faydalı olması gerektiğini vurgulamışlardır.
Temel olarak şunları baz alır:
Dürüstlük ve Adalet:
Ahiler, mal ve hizmette kaliteyi esas almış; haksız kazanca, aldatmaya ve stokçuluğa karşı çıkmışlardır.
Eğitim ve Usta-Çırak İlişkisi:
Mesleki eğitim büyük önem taşımış, çıraklıktan ustalığa giden yol sıkı kurallarla belirlenmiştir.
Sosyal Yardımlaşma:
İhtiyaç sahiplerine yardım, misafirlere ikram ve toplum yararına faaliyetler Ahilik kültürünün ayrılmaz parçaları olmuştur.
Toplumsal Birlik:
Ahiler, esnaf arasında rekabet yerine dayanışmayı teşvik ederek toplumsal huzurun korunmasına katkıda bulunmuşlardır.
Ahiliğin Osmanlı’ya da etkileri olmuştur ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli bir rol üstlenmiştir.
Hem şehirlerde düzeni sağlamış hem de yeni yerleşimlerde esnaf örgütlenmesini oluşturmuştur.
Osmanlı’da daha sonra ortaya çıkan lonca teşkilatı, Ahiliğin bir devamı niteliğinde olmuştur.
Kültürel gelişme olarak Ahilik yalnızca bir mesleki örgütlenme değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesi olarak da belirlenmiş.
Ahiler, tekkelerde dini ve ahlaki eğitim almış, toplumun manevi yönden gelişimine de katkıda bulunmuşlardır.
Ahilik sayesinde Anadolu’da kardeşlik, dürüstlük ve güvene dayalı bir ekonomik düzen yerleşmiştir.
Ahilik teşkilatı, Anadolu’nun sosyal, ekonomik ve kültürel yapısında derin izler bırakmış; yalnızca geçmişte değil, günümüz için de önemli dersler barındırmaktadır.
Günümüzde “İş ahlakı” ve “Kurumsal sosyal sorumluluk” kavramlarının karşılığı olarak görülebilecek Ahilik ilkeleri, modern toplumlarda da uygulanabilir niteliktedir.
Türk kültürünün bu özgün mirası, dayanışma, adalet ve dürüstlük ilkeleriyle hem bireysel hem de toplumsal yaşam için yol gösterici olmaya devam etmektedir.
Ahilik kültürünü sizlere hikâyelerle de pekiştirmek istedim.
Bir gün bir çırak, ustasından izin alıp pazara gider.
Orada bir satıcının teraziyi hileyle kullandığını görür.
Ustasına dönüp anlatır:
“Usta, biraz fazla koysaydım ya da eksik tartsaydım kimse anlamazdı. Neden bu kadar titiz davranıyoruz?”
Ustası gülümser ve der ki:
“Evladım, biz Ahiler üç şeye sahip olmayı öğreniriz: Eline, beline, diline…
Elin yanlış iş yapmayacak,
Belin harama eğilmeyecek,
Dilin yalan söylemeyecek.
Bunları koruyabilirsen hem işinde hem hayatında bereket olur.”
Bir Ahi’nin dükkânına yolda kalmış, aç bir yolcu gelir.
Parası yoktur.
Ahi, yolcuyu buyur eder, en iyi yemeğini ikram eder.
Yolcu mahcup olur:
“Ahi baba, param yok ki sana ödeyeyim.”
Ahi der ki:
“Bizim soframızda para değil, gönül geçerlidir. Misafire ikram etmek bizim kazancımızdır. Senin karnının doyması bana Allah’ın en büyük ödülüdür.”
Bir çırak, ustasından gizli olarak deri parçasını müşteriye biraz pahalıya satar. Akşam hesap görülürken usta fark eder ve çırağa sorar:
“Neden böyle yaptın?”
Çırak: “Daha çok kazanmak istedim” der.
Usta ise:
“Evladım, hileyle kazanılan her lokma zehir olur. Helal kazançta az da olsa bereket vardır. Ahilikte kârın büyüğü güven kazanmaktır.”
CAHİLLİK
İngiliz tarihçi ve yazar Thomas Fuller der ki; “Cahillik üç türlüdür” ve ekler:
Hiçbir şey bilmemek,
Gerekeni bilmemek,
Bir sürü gereksiz şey bilmek.
Ve Konfüçyüs devam eder
Cahillik aklın gecesidir,
Ama aysız ve yıldızsız bir gece.
Gerçekten de cahillik ne güzel şey;
Her şeyi biliyorsun.
Cahil oldun mu, hele hele cahil olduğunun farkında olmadın mı, öğrenmek diye bir derdin, sıkıntın, çaban da olmuyor.
Çünkü sen her şeyi biliyorsun.
KİM YAPTI?
Demirel zamanında iktidara seslenmişti:
“Sizden önceki iktidar hiçbir şey yapmadıysa, savup savurduklarınızı babanız mı yaptı?”
Bu iktidar gittiğinde gelen, iktidarın başı sıkıştığında ne satacak sizce?
Bir şey kaldı mı?
Bazılarınız köprü, hastane, otoyol diyebilir.
Amma ne yazık ki onlar devletin değil ki satasın!
Ortada yapılmış hiçbir şey yok.
Ama yine de hakkını yemeyelim bu 23 senelik tek başına iktidarın.
Zira “Satmasınlar diye yapmadık” diyebilirler…
İNSANLIK ÖLÜR
Kral dondurucu bir kış mevsiminde gecenin soğuğunda nöbet tutan muhafıza sordu: “Üşümüyor musun?”
Muhafız: “Alışığım sayın kralım” dediğinde
Kral: “Olmaz! Sana sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim” dedi ve gitti.
Ancak bir süre sonra içeri girdiğinde emri vermeyi unuttu...
Ertesi gün duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini gördüler, duvarın üzerinde şöyle yazılıydı:
“Soğuğa alışkındım; fakat senin sıcak elbise vaadin beni öldürdü...”
Türlü türlü vaatlerle, insanları bekleterek bir umuda bağlayarak kesinlikle imtihan etmeyin.
Çünkü insan, bekledikçe değişir.
Beklettiğiniz kişi hakkınızda telâfisi imkânsız olumsuz düşüncelere girer.
Önce “Umudu” öldürürsünüz.
Ardından “Sevgi, Saygı ve Güven” ölür,
Sonra “Dostluk” ölür, “Muhabbet” ölür.
Ve en sonunda “İnsanlık ölür…”
İLLER
Koyu renkle işaretlenmiş iller;
Türkiye nüfusunun %60’ını oluşturuyor.
Bu iller, aynı zamanda;
Türkiye ekonomisinin %80’ini oluşturuyor.
Kısaca;
Koyu işaretli iller,
Açık renkli illere bakıyor.
Peki iktidarı kim seçiyor?
Açık renkli iller…
Ters orantılı yani.
Eğer bu oranı tersine çevirirsek, ülkemiz refaha erecektir…
EŞEK KAFASI
İstanbul’a gelen bir köylü, kuyumcu dükkânının önünde durmuş, vitrinini inceliyormuş.
Kuyumcu biraz da köylünün kıyafetinden dolayı aşağılayarak: “Ne bakıyorsun öyle hemşerim?” Demiş.
“Hiç…” demiş köylü, “Sizin dükkânda ne sattığınızı merak ettim de…”
Adam alay edercesine cevap verir:
“Biz eşek kafası satıyoruz.”
Köylü: “Allah versin. İşleriniz iyi gidiyora benziyor.”
Kuyumcu: “Nereden bildin iyi gittiğini?” diye sorunca köylü cevaplamış: “Baksana, koskoca dükkânda seninkinden başka kalmamış da ondan!”
KERBELA’DA NE OLDU?
İlahiyatçı yazar Cemil Kılıç anlatıyor:
Miladi 680 yılının 10 Ekim günü Kerbela’da büyük bir katliam gerçekleşti. Katliam, İslam toplumunu derinden sarstı.
Zira İslam peygamberi Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin ve yanındaki 72 yakını, Emevi Arap İslam Devleti’nin halifesi Yezit’in ordusu tarafından Kerbela’da hunharca katledildiğinde İslam’ın doğuşunun henüz 70. yılı idi.
Bir din düşünün ki, doğuşunun üzerinden henüz 70 yıl gibi kısa bir süre geçmişken o dinin peygamberinin çok sevdiği torunu, yine o peygambere iman ettiğini söyleyenler tarafından acımasızca katledilsin.
İşte İslam, böyle bir facianın dinidir.
İslam, Kerbela çölüne Hz. Hüseyin’le birlikte gömülen mazlum ve mahzun bir dindir.
Gerçek şu ki Kerbela’da katledilen Hz. Hüseyin’in bedeni değildi.
Onda simgeleşen İslam’ın ta kendisiydi.
İslam, o gün orada aslında 73 kez katledildi.
73 şehidin biri Hüseyin’di, diğerleri ise onun en yakını olan kardeşleri, çocukları, kuzenleri ve yol arkadaşlarıydı.
Her birinin şahsında İslam bir defa daha katledilmiş oldu.
Peki neydi İslam?
Neden katledildi?
Emeviler Kerbela şehitlerinin şahsında İslam’ı katletmeyi neden çok istediler?
Oysa onlar da İslam’a iman ettiklerini iddia ediyorlardı.
Ne var ki onlar tarihe İslam peygamberi Hz. Muhammed’in en yakınlarını katledenler olarak geçse de bizce onlar doğrudan doğruya dinin kendisini öldürdüler.
Bunu anlayabilmek için İslam’ın, üzerine kurulu olduğu beş ilkeyi iyi bilmek gerek.
Evet; İslam beş ilke üzerine kurulmuştur. Biz buna İslam’ın beş şartı diyoruz.
Apaçık Kur’an ayetleriyle sabittir ki;
İlk şart “Adalettir.”
İkincisi “Emanettir.”
Üçüncüsü “Ehliyet”,
Dördüncüsü “Maslahat”,
Beşincisi ise “Meşverettir.”
Ne oldu?
Şaşırdınız mı?
Yoksa siz “Namaz, Oruç, Hac” gibi ritüellerden mi bahsedeceğimi sanmıştınız?
Hayır, hayır!
Onlar İslam’ın şartı değildir.
Şart öyle bir şeydir ki o olmazsa onun temsil ettiği sistem de olmaz.
Adalet olmadan İslam olur mu?
Emanete sadakat olmadan İslam olur mu?
İşi ehline vermeden yani ehliyet olmadan İslam olur mu?
Bir şahsın yahut bir grubun değil halkın yararını esas almadan yani maslahat olmadan İslam olur mu?
Danışma, fikir alışverişi, düşünce özgürlüğü ve şurayı ikame etmeden yani meşveret olmadan İslam olur mu?
Dediler ki “Bunlar olmadan da İslam olur.”
Yeter ki namaz kıl ama Muaviye’nin, Yezid’in adaletsizliğine itiraz etme!
Yeter ki oruç tut ama açın, yoksulun halini sorma!
Devlet erkanının lüks ve şatafat içinde yaşamasını dert etme!
Yeter ki hacca git ve Kabe’yi tavaf et ama farklı düşünüyor, farklı inanıyor diye zalim iktidarlar tarafından hapse atılıp şehit edilen İmamı Azam Ebu Hanife’leri, çöle sürgün edilip ölüme terkedilen Ebu Zer Gıfari’leri, kılıçla boynu kesilen Hucr bin Adiyy’leri sakın gündeme getirip de fitne çıkarma!
Evet; böyle dediler.
Allah’tan başkasına kul olmamayı ve gerekirse zalim sultana karşı kıyam etmeyi öğreten mukaddes namaz ibadetini yozlaştırıp onu neredeyse iktidar sahiplerine itaat etme ritüeline dönüştürdüler.
Aynı tahribatı oruçta, hacda da gerçekleştirdiler.
Allah, ihtiyaçtan fazla olanı yoksullara verin dediği halde zekâtı kırkta bire indirdiler.
İnfakı unutturdular.
Saraylar yaptılar.
Servetlerine servet kattılar.
Ezdiler, sömürdüler, yoksulun ve geniş halk yığınlarının iliğini emdiler.
Kendileri sözde dünya nimetlerinden alabildiğince yararlandılar da yoksul müminler içinse sadece öbür dünyada cennet hayalini bıraktılar.
Hesap vermediler.
Hesabı ahirete havale ettiler.
Sonuçta Muhammedi İslam’ı yerle yeksan edip yeni bir din ürettiler.
Ürettikleri din, “Aslında İslam öncesi şirk dininin, İslam maskesi giydirilmiş halinden ibaretti...”