Hayatta güzel güzel yaşamak varken, tüm bunlar neden.

Şu kısacık ömürde kavga etmek, hayatı zehir etmek neden?

İşte bu sebeple artık çok şeydenbıktım.

He de ne bıkma!

Mesela;

AK Parti'nin bizi 20 yıldır yönetmesinden,

Politikacıların sürekli Parti değiştirmesinden bıktım…

Sıcaklardan,

Yangınlardan,

Susuzluk söylentilerinden,

Medencilerden,

Siyanürden bıktım…

İsrail’in ortalığı kana bulamasından,

Kimsenin ses çıkarmamasından,

Trump’un tutarsız davranışından,

Yunanistan’ın sürekli 6 mil masalından bıktım…

Ekonomistlerden ve ekonomist geçinenlerden,

Belediye başkanlarının sürekli tutuklanmasından,

Hesap sorulmanın bu kadar uzun olmasından,

Vatandaşın Silivri ile korkutulmasından bıktım…

Maaşlarımızın azlığından,

Yere atılan izmaritlerden, çöplerden,

Kaldırımlara park eden ve trafiği allak bullak eden motosikletlerden,

Kapı önüne mal çıkaran esnaflardan,

Gelmeyen otobüslerden,

Egzoz seslerinden,

Çocukların ve gençlerin ellerindeki telefonlardan bıktım…

Yap işlet devret modelinden,

Yolcu, Hasta, Geçiş garantili ihalelerden,

Devlet mallarının kelepir olarak satılmasından bıktım…

Sanata olan ilgisizlikten,

Yobazlardan,

Dincilerden,

Ateistlerden,

Futboldan,

Adaletsiz hakemlerden,

Adaletsiz hâkimlerden,

Lodostan bıktım…

Anlayacağınız;

“Bıkmaktan bile bıktım.”

Yeter artık!

 

LÜFER

Eylül ayı girdikten sonra vatandaşın dilinde öncelikle palamut gelmeye başladı.

“Olsa da yesek” kıvamında paylaşılan sözler sonunda tezgâhlara palamut düşmeye başladı.

Tanesi 300 liradan giriş yapan palamut ızgara veya tava fena olmaz hani.

Palamut geldiyse peşinde lüfer gelir, bu da biliniz.

Onun da seyrek de olsa yakalandığı ve kilosunun 1200 liralardan tezgâhlarda ufak ufak yerini aldığı gözleniyor.

Vatandaşın bu maaş şartlarda lüfer alıp yemesi hayal tabi.

Lüferden bahsederken sosyal medyada bu balıkla ilgili güzel bir yazıya rastladım aslında.

Amacım bunu size aktarmaktı.

“Bir balık bu kadar mı güzel anlatılır?” başlığı ile yazılmış.

Şöyle devam ediyor:

Onun adı “Pomatomus Saltatrix”

Karadeniz'de yumurtadan çıkar,

“Ağaç yaşken eğilir” misali daha 3 cm. boyundayken bile ilaryaları kovalayacak cesarettedir.

Büyür, o yağlı güzel Karadeniz hamsisini yemeye başlar, hem de daha “Defne Yaprağı” iken.

Samsun, Sinop, Kastamonu derken Zonguldak, Düzce geçilir birde bakmışsın ki bizim ufaklık delikanlı bir “Çinekop” olmuş.

Heyecanla beklediği memleketine, İstanbul Boğazı'na girer Çinekoplar.

Bu sefer boğazın en lezzetlisi İstavritlerine göz koyar ve doyurur kendini iyice boy atar, olur yağlı bir “Sarıkanat.”

Artık tam bir predatördür kendi cinsi dahil uçan, kaçan her balığı jiletten keskin dişleri, çeliği kesen güçlü çenesiyle tek darbede parçalar.

Bu hırçınlık ve beslenme alışkanlığı bizimkine yarar, boğazda akıntılarda yüze yüze iyice parlayan belirginleşen pullarıyla endamı güzel, kendisi güzel bir “Lüfer” olur.

Artık babayiğittir, gören balıklar “Aman diler” yüzüşünden.

Gecelerin adamıdır gafil avlar koca koca kefalleri, zarganaları.

Boğaz dar gelir Marmara'da eser geçer “Kofana” olur.

Çanakkale'yi geçer bir selam çakar Seddülbahir'e, çıkar Ege'ye...

Balık çiftliklerinde bekçilik yapmaya başlar, kaçanı affetmez “İspendekleri, Lidakileri” çekirdek gibi yer, öyle olunca ona “Sırtıkara” derler...

Öyle bir balıktır ki;

Doğumundan, ölümüne neredeyse her santim büyümesinde ismi değişir.

* Defne yaprağı

* Çinekop palazı

* Çinekop

* Kaba Çinekop

* Sarıkanat

* Lüfer

* Kaba Lüfer

* Kofana

* Sırtıkara...

Her boyda ismi değişse de değişmeyen tek şey, kaderidir.

Bu bizim balığımız ve artık yok olmakla yüz yüze.

Bugün bu balığı yaşatmak, öldürmekten çok daha kıymetli...

Av limitlerine riayet edin, balığı yaşatın, keyfini yaşayın.

Balıklar bu kıyağı asla unutmaz…

İşte böyle.

Bizim Lüfer meğer yok oluyormuş da haberimiz yok.

Torunlara bırakacağımız miras arasında belki de lüfer olmayacak, ne dersiniz.

Hunharca avlanan bu balıkların, bir gün biteceği hiç aklımıza gelmedi demek ki.

Keşke bunu tonlarca avlayıp, fazlasını tarlalara “Gübre” olarak attığımız hamsileri tutarken de aklımıza gelseydi…

CAM TAVAN SENDROMU

Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görürler.

Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar.

Metal zemin ısıtılır.

Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar ama başlarını tavandaki cama çarparak düşerler.

Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplarlar, tekrar başlarını cama vururlar.

Pireler camın ne olduğunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çekerler.

Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıpla(ya)mamayı öğrenirler.

Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır.

Zemin tekrar ısıtılır.

Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplarlar!

Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkânları vardır ama buna hiç cesaret edemezler.

Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı ‘Hayat Dersi’ne sadık halde yaşarlar.

Pirelerin isterlerse kaçma imkânları vardır ama kaçamazlar.

Çünkü engel artık zihinlerindedir.

Onları sınırlayan dış engel (cam) kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel (burada 30cm’den fazla zıplanamaz

inancı) varlığını sürdürmektedir.

Bu deney canlıların neyi başaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini göstermektedir.

Bu pirelerin yaşadıklarına “Cam tavan sendromu” denir.

Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun cam tavanıdır.

Cam tavanınız hayallerinizin tavan yüksekliğini gösterir.

İnsan inandığına denktir.

Dr. David Schwartz

DEYİMLER VE HİKÂYELERİ

1. Üsküdar’da sabah oldu

Üsküdar’da deniz kıyısındaki

Valide Sultan ve Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan ihsan alabilmek, belki saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okurlarmış.

“Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak” anlamında bugün dahi kullanılmakta olan “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi vaktiyle aynı hat üzerinde olmalarına rağmen Üsküdar’ın, Beşiktaş’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmış.

2. Marmara çırası gibi tutuşmak

Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır, bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırmış.

“Aniden parlayanlar, öfkelenenler için” kullanılan bu deyim, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara Adası’ndan toplanan, reçinesi bol olduğu için kolay yanan çıralardan doğmuş.

3. Kabak başında patlamak

Su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata meyhanelerinde içleri şarap dolu kabaklar sıra sıra vitrine dizilir; isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış.

Meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalar ve bekçiler tarafından mekândaki küpler ve fıçılar devrilir, sıra sıra asılmış şarap kabakları da meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlatılırmış.

4. Dingo’nun ahırı

İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurmuş.

Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlermiş.

Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı yahut “Her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için” bu deyim kullanılmış.

5. Goygoyculuk yapmak

Vaktiyle Muharrem ayında ilahiler okuyarak kapı kapı dolaşıp dilenen tarikat mensubu dilencilere “Goygoycu” adı verilirmiş.

Bu kişiler, Muharrem ayından iki gün önce Üsküdar’daki tekkelerine giderek şeyhlerinin yanında toplanır ve buradan dörder beşer kişilik gruplar halinde semtlere dağılırlarmış.

Muharrem’in birinci gününden onuncu gününe kadar sokaklarda ilahiler okuyarak dolaşan goygoycular, gülbank çekerler ve durdukları kapının önünde dua ederlerdi.

Günümüzde bu deyim “Gevezelik, boşboğazlık yapmak” anlamında kullanılıyor.

6. Çapulcu

Vaktiyle tulumbacı takımlarına sızmış işsiz güçsüz adamlara “Çapulcu” adı verilirdi.

Bunlar zaman içinde birtakım sınavlardan ve denemelerden geçerek takıma alınmalarına rağmen, bazıları ahlak düşkünlüğü sebebiyle yine ilk fırsatta yangın yerinde hırsızlığa kalkışırlar, durum fark edilirse zaptiyeye teslim edilirler ve o semte bir daha adım atamazlarmış.

1910’lu yıllarda İstanbul şehreminliği görevini sürdüren Cemil Topuzlu, hatıralarında itfaiye teşkilatındaki aksaklıkları dile getirirken “Çapulculuktan” bahsetmiştir.

7. Bulgurlu’ya gelin gitmek

Bir işte gereğinden fazla telaş gösterenlere söylenen bu deyimin hikâyesi şöyleymiş. Bulgurlu Köyü, suyu ve havası nedeniyle güzel bir köydür. Eskiden beri de pehlivan çıkaran bu köyün delikanlıları güzelliği ile meşhur olmuştur.

Bu delikanlılarla evlenmek için civardaki köylerin genç kızları can atarlarmış. Dokuz gün festival havasında geçen Bulgurlu’nun düğünleri de pek meşhurmuş. Eğer Bulgurlu’dan bir görücü gelip kızı beğenerek nişan taktı mı, kız nişan bozulur korkusuyla çeyizini noksanlarını tamamlaması, bir an evvel nikâh kıyılıp Bulgurlu’ya gelin gitmek için annesini, babasını gece gündüz sıkıştırırmış.

8. Püsküllü bela

II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanmış.

Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmış.

Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgârda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iş olmuş.

Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmış.

9. Balık kavağa çıkınca

Karşılıklı noktalarda bulunan Rumeli ve Anadolu Kavağı, çok rüzgârlı ve akıntının kuvvetli olduğu yerler olarak bilinir.

Buralarda bu yüzden balık tutmak neredeyse imkânsızdır. İstanbul’da balığın bol bulunduğu ve dolayısıyla fiyatının düştüğü zamanlarda şehirde tutulan balıkların, Kavaklar’a kadar götürülüp satıldığı görülürmüş.

Diğer zamanlarda düşük ücretle balık almak isteyen müşterilere balıkçılar tarafından verilen cevap; “O sizin dediğiniz ücret balık kavağa çıkınca olur” şeklinde telaffuz edilirmiş.

10. İki dirhem bir çekirdek

Kılık kıyafetleriyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamlarını da taşır.

Deyimde geçen “Dirhem” ve “Çekirdek” tabirleri kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir.

O dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir.

Kılık kıyafet konusunda titiz olan kimseler, piyasada en yüksek değere ve hassas ölçülere sahip altın sikkeyle beraber değerlendirilen bir deyim olmuş.