Öğretmenliğe başladığımda, bir de baktım, ufak tefek armağanlar beliriyor.
Takvim, dolma kalem, not defteri hiçbirini almadım. “Sakın bana bir şey getirmeye kalkmayın” dedim.
Bunun lafta kalmadığı, ne kadar kararlı olduğum anlaşılınca armağan verme “teşebbüs"leri kesildi.
Bu ilkemi sadece bir kere bozdum.
Karadenizli bir kız vardı sınıfta. Andersen'in Kibritçi Kız'ı.
Yoksullar arasında en yoksulu ama inanılmaz derecede onurluydu.
Kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu.
Hüzünlü, acılı yüzüne her bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı.
Bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım, pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum.
Yağmur çiseliyor.
Kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor.
Karadenizli kızı gördüm birden.
Koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü, koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına.
O güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde.
Kapı vuruldu.
Açıldı.
Döndüm.
Karadenizli kız.
Simidi uzattı.
“Al, öğretmenim” dedi.
“Biliyorsun” dedim, “ben…” sözümü kesti, “Yiyeceksin!” diye bağırdı “Ama aldım! Sen bizim için neler yapıyorsun!” dedikten sonra simidi elime tutuşturdu koşarak çıktı.
O simidi yedim.
Dünyanın en acı; ama en lezzetli simidiydi.
İyi ki ders arasındaydık.
İyi ki çocuklar koridordaydı.
İyi ki hiçbiri onu nasıl boğazım düğümlenerek yediğimi görmüyordu.
Ülkü Tamer’in (Karadenizli Kız) hikâyesinden.
KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ
Tabloda görülen erkek figürü Osman Hamdi Bey’in kendisidir.
Çoğunlukla, resmini çizeceği ortamda, doğuya özgü kıyafetler giyip kendi fotoğrafını çektirir.
Sonra fotoğrafa bakarak yapar resimlerini. Kaplumbağa Terbiyecisi de bu şekilde çizilmiştir.
Tablodaki mekân, Bursa’daki Yeşil Cami’dir.
Osman Hamdi Bey çizime burada başlamış, daha sonra çekilen fotoğraf yardımıyla kendi atölyesinde bitirmiştir.
Peki, “Kaplumbağa Terbiyecisi” bize neyi anlatıyor?
Bunu anlamak için tabloyu incelemeye başlayalım.
Öncelikle neler görüyoruz?
Kırmızı kaftan giymiş, derviş kıyafetleri içinde sakallı, kambur yaşlı bir adam…
Bakımsız bir odada, marul yiyen kaplumbağalara bakıyor.
Ama biraz düşünceli, karamsar ve yorgun bir bakış bu.
Sırtında bir nakkare (yarım küre biçiminde küçük bir davuldan oluşan vurmalı bir çalgı, Mevlevi müziğinin dört temel çalgısından da birisi) asılı ve buna bağlı mızrap (nakkareyi çalmaya yarayan nesne) boynundan aşağı sarkmış.
Ellerini arkasında kavuşturmuş, bir neyi tutuyor.
Kırbaç değil de neden ney?
Anlaşılan kaplumbağaları ney üfleyerek, nakkare çalarak yani musikiden yararlanarak terbiye etmeye çabalıyor.
Ama yaşlı adamın Ney’i tutuşuna daha dikkatli bakacak olursak, neyi üfleme hazırlığında değil sanki vazgeçmiş, çabaları sonuçsuz kalmış.
Bize verilmek istenen mesajın ne olduğunu doğru yorumlamak için, Osman Hamdi Bey’in hayatı hakkında biraz bilgi sahibi olmalıyız.
Osman Hamdi Bey, ilk Türk arkeoloğudur.
Dünyaca ünlü İskender Lahidi’ni bulan ve İstanbul’a getiren kişidir.
Çağdaş Türk müzeciliğinin öncülerindendir.
İstanbul arkeoloji müzesinin kurucusu ve ilk müze müdürüdür.
Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi’ni yani Güzel Sanatlar Akademisi’nin kurucusudur.
Ayrıca modern anlamda ilk Türk ressamlarından birisidir ve Türk resminde figürlü kompozisyon kullanan ilk ressamdır.
Bu durumu Emre Caner bir romanında şöyle açıklamış:
“Osman Hamdi de hayatı boyunca kimsenin bilmediği meslekler yapmıştı. Ressam olmuştu en başta. Sonra müze müdürü. Bir arkeolog. Ardından da güzel sanatlar akademisi müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden bir farkı yoktu aslında!”
Osman Hamdi Bey, tüm bunları sanatı ve sanatçıyı önemsemeyen, antik eserlere hiç değer vermeyen bir toplumda başarmıştı.
Devlet kurumları hatta toplumun kendisi, sürekli kendisine yeni engeller çıkarmış, değişime, modernleşmeye direnmişti.
İşte tablodaki kaplumbağalar; devletin hantal işleyen bürokrasisi ve değişime direnen, ağır aksak ilerleyen toplumun kendisiydi.
Yaşlı dervişin kendisi olduğunu söylemiştik.
Bütün bu duruma kızan Osman Hamdi Bey, derviş de olsa sabrının bir sonu olduğunu göstermiş oluyor.
Osman Hamdi Bey’in, bu tablo yapılırken nereden esinlendiği de ortaya çıkmıştır. Şimdi Fransız Le Tour du Monde’nin 1869 yılındaki bir sayısında çıkan gravürü inceleyelim.
(Yorumlar bölümünde )
1869 yılında Bağdat Valisi Mithat Paşa’nın hizmetinde çalışan babasına gönderdiği mektupta, Le Tour de Monde dergisini severek okuduğundan bahseden Osman Hamdi Bey’in bu çalışmadan esinlenmesi gayet olası gözüküyor.
Benzerlikler dikkat çekici olsa da Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi, renklerin ve ışığın kullanımı, tablonun derinliği ve verdiği mesajla öncülünden çok daha kıymetli.
Alıntı...
ATIN
Eski işe yaramayan ne varsa atın!
Yazmayan kalemleri.
Sayfası bitmiş defterleri.
Kulpu kırık fincanları.
‘Zayıflayınca giyerim’ kotunu.
Son 5 aydır giymediğiniz kıyafetleri.
Arka balkona tıkıştırdığınız, bir gün yüzünü yenilerim pırıl pırıl olur dediğiniz o sandalyeyi.
Dibi kararmış tencereyi.
Taşındığınız hangi evden kaldığı, hangi kapıyı açtığı artık meçhul olan o anahtarları.
Sırf genç ve güzel çıkmışsınız diye yanınızda o hiç sevmediğiniz tiple poz verdiğiniz fotoğrafı.
Çekmecenin dibindeki müzik kasetlerini
(kaset mi kaldı Allah aşkına)
ATIN
Ohh! Bir ferahlayın bakalım.
Tamam mı?
Şimdi ihtimalleri atın.
‘Olacaktı, son anda olmadı’ları atın, olmamış işte.
Takılıp kaldığınız o günü.
Düşünüp durduğunuz o lafı.
ATIN
Küstüğünüz için uzun zamandır görmediklerinizin aklınızda kalan son görüntüsünü.
Alındıklarınızın, gücendiklerinizin hiç umurunda olmayan o ‘Olayı’
ATIN
O hiç beceremediğiniz yemeğin tarifini,
Kestiğiniz eski gazete kupürünü,
İçinizi kemiren o ukdeyi,
ATIN
Zamanı gelince yiyeceğiniz soğuk intikam yemeğini de dökün.
Soğuk yemeğin hiç tadı olmaz, dışarıdan bir döner söyleyin daha iyi.
Buzdolabının üzerindeki diyet listesini (faturaların altında duruyor)
Depodaki koşu bandını.
ATIN
Cevabı olmayan soruları,
Kaçırdığınız fırsatları,
Atıldığınız işleri,
Beceremediğiniz ilişkileri,
Kişisel gelişim kitaplarını,
ATIN
Arkanızdan konuşanları.
Önünüzü kapayanları.
Alamadığınız terfiyi,
Oturamadığınız evi,
‘Şimdiki aklım olsa’ları,
Aldığınız en kötü karneyi.
Hatta en iyi karneyi.
Çalışmayan saatleri.
İşe yaramayan fikirleri.
Kaçan trenleri.
Zamansız yaşlandıran dertleri.
‘O gün’ olanları.
Halının altına süpürdüklerinizi.
Dolabın dibine iteklediklerinizi.
ATIN
Gördünüz mü?
Bakın, ne güzel güneş çıktı.
Yaşamın keyfine bakın
LİDERLER KRİZLİ ANLARDA DOĞAR!
Bir kovan, karmaşık toplumunun tek hayat veren ve birleştirici kraliçesini kaybettiğinde, sessiz bir felaketle yüzleşir.
Koloninin ritmi yavaşlıyor.
Yeni yumurtalar olmadan, gelecek de olmaz ve birkaç hafta içinde nesli tükeniyor.
Ama arılar kaosa düşmezler.
Kurtarılmayı beklemezler.
Bunun yerine, hızlı, akıllıca, içgüdüsel olarak hareket ederler.
Sonraki durum, doğanın krize verdiği en şaşırtıcı yanıtlardan biridir.
Her şey beklenmedik bir kararla başlar.
Basit işçi arılara dönüşmek için gönderilen sayısız yaygın larva arasından birkaçı seçilir.
Özel değiller.
Farklı doğmadılar.
Ama kaderleri değişmek üzere.
Bu birkaçına olağanüstü bir şey veriliyor:
Gerçek jöle (güçlü ve besin açısından zengin bir salgı), uzman ana arılar tarafından üretilir.
Yemekten daha fazlası, bu bir işaret. Biyolojik bir düğme.
Sadece bu maddeyle beslendiğinde bir larvanın vücudu dönüşmeye başlar.
Daha büyük, daha güçlü büyür.
Yaşam süreleri neredeyse 20 katına çıkar.
Artık o, Kraliçe olacak ve hükmedecek.
Bunun üstün genlerle bir ilgisi yok. Beslenme, bakım ve çevreyle ilgili.
Eğer insanlar da aynısını yapabilseydik (herhangi bir çocuğu alıp doğru destekle onların büyüklüğünü geliştirebilirsek) olasılıkları hayal ediniz.
Kriz hayatı bitirmez; Liderler yaratır.
Larvanın dönüşümü sadece onu kurtarmıyor.
Tüm kovanı kurtarıyor.
Yeni kraliçe olarak koloninin düzenini, bereketini ve ritmini geri getirir.
Tehdit altında gibi görünen bir gelecek yeniden inşa edilir (daha güçlü, daha dayanıklı.)
Sessiz bir dayanıklılık dersi
Sessizliklerinde arılar bize öğretiyor:
Her şey kaybolmuş gibi göründüğünde, gereken şeyin panik olmadığını.
Vizyon.
Seçim.
Merhamet.
Liderlik.
Dünyamız bize büyüklüğün doğmadığını hatırlatıyor.
En karanlık zamanlarda bile doğru destekle sıradan biri olağanüstü olabilir.
Çünkü bazen en güçlü liderler en belirsiz anlardan ortaya çıkar.
Mariel Creando
NEDEN 750
Hiç düşündünüz mü?
Şarap şişeleri genelde neden 750 ml ölçüsündedir?
Şarap şişeleri genellikle 750 ml (75 cl) ölçüsünde üretilmektedir.
Bu özellik nereden gelmektedir?
Bu şişe kapasitesi; 19. yüzyılda standart hale gelmiştir ve bu konuyla ilgili en çılgın açıklamalar şunlardır:
- Bir camcının akciğer kapasitesi,
- Bir öğünde ortalama tüketim ölçüsü,
- Şarabı saklamak için en iyi kapasite,
- Ulaşım kolaylığı...
Oysa şişenin bu kapasitede yapılma sebebi hiçbiri değildir.
Aslında bu sadece tarihi temellere sahip pratik bir organizasyon:
O zamanlar Fransız şarap üreticilerinin en önemli müşterileri İngilizlerdi.
Ama asla Fransızlarla aynı ölçü sistemini benimsemediler.
İngilizlerin hacim birimi 4.54609 litreye eşdeğer olan “İmparatorluk galonu” idi.
Dönüşüm hesaplarını basitleştirmek için Fransızlar; Bordeaux şarabını 225 litrelik fıçılar halinde taşıdılar.
Yani tam olarak 50 galon, 300 adet 750 ml ölçüsündeki şişeye karşılık. (75 santilitre).
Hesaplamak daha kolay hale geldi.
Bir fıçı: 50 galon
50 galon: 300 şişe demekti.
Böylece;
Bir galon: 6 şişeye karşılık geldi.
Bu yüzden bugün bile şarap kutularında genellikle 6 ya da 12 şişe bulunmaktadır.