Gelecekte su sorunu yaşanacağından vatandaşlardan aşağıdaki tedbirlerin alınması istendi.
*Su böreği ve sulu köfte az tüketilecek,
*Yola gidenin arkasından su tüketilmeyecek,
*Kimselere sulanılmayacak,
*Sulu boya yerine, kuru boya kullanılacak,
*Meyve suyu değil, meyve posası tüketilecek,
*Hiç kimseyle aradan su sızdırılmayacak,
*Çok yürünerek ayaklara karasular indirilmeyecek,
*Hiç kimse bir kaşık suda boğulmayacak,
*Havadan, sudan konuşulmayacak,
*Saman altından su yürütülmeyecek,
*Pişmiş aşa su katılmayacak,
*Sulukule ekibi izlenmeyecek,
*Olaylar sulandırılmayacak,
*Sudan sebeplerle kafaya bazı şeyler takılmayacak,
*Bundan böyle inşaatlarda su terazisi kullanılmayacak…
Binlerce yıl önce Konya Ovası’nda koca bir yerleşim vardı: Çatalhöyük.
İnsanlık için dönüm noktası sayılacak bir yaşam biçimi burada başlamıştı.
Peki bu insanlar nasıl yaşardı?
Zaman zaman ben de hep aynı soruyu sormuşumdur.
Bu yazıda anlatıyor işte:
Evleri bugünkü gibi bahçeli ya da sokaklı değilmiş meğer.
Yan yana, bitişik nizam yapılmış kerpiç evlerde yaşarlarmış.
Sokak yokmuş, kapı yokmuş.
Çatılarda dolaşır, eve merdivenle damdaki delikten girerlermiş.
Yani günlük hayat hep damlarda, çatı üstlerinde akıp gidermiş.
Ne kdar ilginç?
“Ne yer, ne içerlerdi?” diye bir soru da gelebilir aklınıza.
İşte cevabı:
Artık avcı-toplayıcı değil, çiftçi olmuşlar.
Buğday, arpa, mercimek ve bezelye ekerler; hasat zamanı koca topluluk bir araya gelir, ürünleri toplarmış.
Koyun ve keçi gibi hayvanları evcilleştirmişler.
Etlerini yer, sütlerinden faydalanır, derilerinden giysi yaparlarmış.
Ama avcılığı da tamamen bırakmamışlar tabi, ara sıra geyik ya da yabani boğa avlarlarmış.
Tarımın keşfi ne demekti?
Bu insanlık için bambaşka bir devrimdi.
Artık sürekli göç etmeye gerek yokmuş. “Toprağa bağlanmak” dediğimiz şey tam da buydu.
İnsanlar köy kurmuş, ev yapmış, yiyeceklerini depolamayı öğrenmiş.
Yani Çatalhöyük sadece bir köy değil, uygarlığın ilk adımlarından biriymiş.
Çatalhöyük insanları için ölüm, hayatın sonu değildi; başka bir dünyaya geçişmiş meğer.
Bu yüzden ölülerini özenle gömerlermiş. Peki nasıl mı?
Mezar diye ayrı bir yer yokmuş.
Evlerinin içine, genellikle yatağın ya da ocağın altına gömerlermiş.
Yani ölen kişi, yaşam alanından kopmaz, ev halkıyla birlikte olmaya devam edermiş inanca göre.
Bazen aynı evin içine birden fazla gömü yapılır, aile bireyleri yan yana yatarmış.
Ölülerin yanına boncuk, kemikten yapılmış süs eşyaları, boyalı kaplar ya da figürinler bırakılırmış.
İnançlarına göre bunlar öteki dünyada da lazım olabilirmiş.
Bazı ölülerin kemikleri daha sonra çıkarılır, kafatasları boyanarak tekrar evde saklanırmış.
Bu da atalara verilen saygının bir göstergesiymiş.
Te oralardan, bizim gibi mezarlıktan korkan bir nesile nasıl geldik acaba?
ÖKÜZ
Üniversite yemekhanesine giren bir öğrenci tüm yerler dolu olduğundan gidip üniversite profesörünün oturduğu masaya oturmuş.
Profesör kaşlarını çatarak:
-“Öküzler ve kuşlar aynı masada oturamaz!” demiş, imalı bir şekilde. Öğrenci biraz duraksadıktan sonra cevap vermiş;
-“O zaman ben uçuyorum…
Profesör bu cevaba oldukça çok sinirlenmiş.
Simasını aklına kazıdığı öğrenciye, sınavda kafayı takmış ve sınavının başarısız geçmesi için elinden geleni yapmış.
Cevapları okurken, didik didik incelemiş, her ayrıntıdan puan kırmaya çabalamış.
Ancak sınavda öğrenci tüm soruları neredeyse mükemmel bir şekilde cevaplamış.
Öğrenciye bu şekilde haddini bildiremeyeceğini anlayan profesör ona bir ders vermek için sınav kâğıdı gösterme bahanesiyle odasına çağırmış.
Profesör öğrenciye:
“Sana son bir soru soracağım” demiş.
Yolda yürürken iki farklı torba bulduğunu hayal et, birinde ‘Akıl’ var, diğerinde ise ‘Para’ var. Sen olsan hangi torbayı alırsın?”
Öğrenci: “Para olan torbayı almayı seçerdim.”
Profesör: “Ben akıl olan torbayı seçerdim…”
Öğrenci: “Olabilir tabi. Derler ki, kişi kendinde eksik olanı tamamlamak istermiş…”
Profesör bu cevaba çok sinirlenmiş, öğrencinin not defterini alıp sınav notu kısmına “Öküz” yazmış.
Öğrenci nota bakmadan odadan çıkmış.
Ancak bir dakika sonra öğrenci yine kapıyı aralamış ve demiş ki:
“Sayın profesör, imzanızı atmışsınız, fakat notumu yazmayı unutmuşsunuz…”
ODİN
Truvalıların Türk olduğuna dair oldukça fazla iddia var.
Bunun belgeleri zaman zaman yayımlandı.
Son günlerde İzlanda'da ve daha az ölçüde İskandinavya'nın diğer yerlerinde yazılmış düzyazı hikâyelerinden olan Sagalardan bir tanesinde Odin efsanesi şöyle anlatılmış.
Bir İskandinav Efsanesi: Odin
Dünya üçe ayrılmıştı.
Güneyden batıya uzanan ve Akdeniz’e giren parçaya Afrika adı verilmişti. Bunun güneyde kalan bölümü kızgın güneşten cayır cayır yanar.
Diğer parça batıdan kuzeye ve denizin içine uzanır. Buraya Avrupa ya da Enea denir. Kuzey kıyıları o denli soğuktur ki, orada ne ot çıkar ne de kimse yaşar. Kuzeyden ve doğu yanından ta güneye uzanan parçanın adı da Asya’dır.
Dünyanın bu bölümü hoş ve güzeldir. Her yeri bitkilerle örtülüdür. Her yerde altın ve değerli taşlar vardır. Orası aynı zamanda dünyanın ortasıdır.
Orası, öteki parçaların her yerinden daha güzel ve iyi olduğu gibi, halkı da armağanları, bilgeliği, güçleri, güzellikleri ve her türden bilimiyle ünlüdür.
Dünyanın ortasının yakınlarında bizim Turkland (Türk Ülkesi, Türkiya, Türkiye) dediğimiz yere, en gösterişli yapı yapıldı ve yurt kuruldu. Buraya Troja (Truva) dendi. Burası diğerlerinden çok daha fazla büyütüldü, masrafa bakılmaksızın, el sanatlarına önem verildi.
Orada on iki krallık ve bir krallar kralı vardı. Her krallığa bir bölge düşüyordu. Kentte on iki bey (aşiret reisi) vardı.
Bu beyler, yiğitlikte her bakımdan, dünyanın gelmiş geçmiş tüm diğer erkeklerinden çok daha üstündüler.
Orada Munon ya da Mennon isimli bir kral vardı. O Krallar kralı Priamus’un kızıyla evlendi. Kızın adı Troan idi.
Tror adlı bir oğulları oldu.
Biz ona Tor diyoruz.
O Trakya’da Lorikus isimli bir dük tarafından yetiştirildi. Ne var ki, dokuz yaşındayken babasının silahını devralmak zorunda kaldı.
En yakışıklı oydu.
Meşeyle fildişinin kıyaslanamayacağı gibi, diğer erkeklerin arasında ona bakmaya doyulmazdı. Saçları altından güzeldi.
On iki yaşına bastığında gücü tam yerine gelmişti. On ayı postunu yerden kayırabiliyordu. Sonra kendini yetiştiren Dük Lorikus’u ve karısı Lora ya da Glora’yı öldürdü ve kendisini, şimdi bizim Trudheim dediğimiz, Trakya ülkesi için çalışmaya verdi.
Daha sonra ülkeden ülkeye gezmeye başladı. Dünyanın tüm parçalarını tanıdı. Tek başına dünyanın en çılgın savaşçılarını, devlerini, çok büyük bir ejderhayı ve pek çok yaban hayvanı yendi.
Dünyanın kuzeyine doğru bir yerde falcı bir kadınla karşılaştı. Adı Sibil idi. Biz ona Siv diyoruz. Onunla evlendi.
Siv’in sülalesi hakkında anlatacak bir şey bilmiyorum. Kadınların içinde en güzeliydi.
Saçları altın gibiydi. Oğullarının adı Loride oldu. Babasına benzedi. Onun oğlunun adı Einride oldu. Onun oğlu Vingetor, onun oğlu Vingener, onun oğlu Moda, onun oğlu Mage, onun oğlu Seskef, onun oğlu Bedvig, onun oğlu, bizim Annan diyebileceğimiz Athra, onun oğlu İterman, onun oğlu Heremod, onun oğlu, bizim Sköld diye çağırdığımız Skajdun, onun oğlu, bizim Bjar dediğimiz Bjaf, onun oğlu Jat, onun oğlu Gudolf, onun oğlu Finn, onun oğlu, bizim Fridleif dediğimiz Friallaf.
Onun da bir oğlu vardı, adı Voden idi.
Biz ona Odin diyoruz.
O bilgeliği ve becerileriyle ünlüydü. Karısının adı Frigida’ydı. Biz Frigg diyoruz.
Hem Odin hem de karısı çok dil biliyorlardı. Bu bilgeliğiyle dünyanın kuzeyinde onun adının çok yüksek tutulacağını ve tüm kralların hepsinden daha fazla onurlandırılacağını anladı.
Bu onda Türkiye’den ayrılma isteği uyandırdı. Arkasında, genç, yaşlı, kadın, erkek, kalabalık bir grupla yola çıktı.
Yanlarında çok değerli şeyler vardı. Hangi ülkede, nereden geçerlerse geçsinler haklarında övgüyle söz ediliyordu. Onların insandan çok tanrılara benzedikleri söyleniyordu.
Saxland’a (Saksonya, Sachsen, Niedersachsen, Sachenaltau: Almanya’nın doğu ve kuzey bölgeleri) gelinceye dek durmadılar.
Odin burada uzun bir süre konakladı ve buraların büyük bir bölümünü egemenliği altına aldı.
Ülkenin korunmasını üç oğluna verdi. Birinin adı Vegdeg idi. Çok güçlü bir kraldı. Doğu Saksonya’ya hükmediyordu. Onun oğlu Vittergils’di, onun oğulları Hengets’in babası Vitta ile bizim Svipdag dediğimiz Svebdeg’in babası Sigar’dı.
Odin’in oğullarından bir diğerinin adı Beldeg idi. Biz ona Balder diyoruz. O bizim şimdi Västfalen (Westfalen) dediğimiz ülkenin sahibi oldu. Onun oğlunun adı Brand’dı, onun oğlu, bizim Frode dediğimiz Frjodigar’dı.
Onun oğlu Freovin’di. Onun oğlu Vigg’di.
Onun oğlu, bizim Gave diye çağırdığımız Gevis’ti.
Odin’in üçüncü oğlunun adı Sige’ydi. Onun oğlu Rere’ydi. Bu aile de şimdi Frankland (Fransa) dediğimiz ülkeye egemen oldu.
İşte Völsungar (Völs oğulları) adıyla anılan hanedan bunlardan geliyor.
Bunlardan da çok sayıda, büyük soylar türedi. Odin daha sonra yolunu kuzeye doğru sürdürdü ve Fteidgotaland’a (Danimarka’da Jutland. A.G.) geldi. Burada canının istediği her şeyle uğraştı. Sonra burayı oğlu Sköld’ün korumasına bıraktı.
Onun oğlunun adı Fridleif idi.
Sköldsungar (Sköldoğulları) soyu da bunlardan geliyor. Onlar Danimarka kralları oldular. O zaman Reidgotaland denen yerin adı şimdi Jutland.
Oden, kuzeye doğru yolunu sürdürdü. Bugün Svitjod (İsveç A.G.) dediğimiz ülkeye geldi. Oranın kralının adı Gylfe idi. Aslar denen Asyalıların geldiğini duyan Gylfe hemen davrandı ve onları karşılamaya çıktı. Odin’e baş eğerek ülkesinin egemenliğini sundu.
Nereden geçseler bu mutluluk sürdü ve buralara mutlu yıllar ve barış geldi. Herkes onların barış ve mutluluk gibi şeyler üzerinde denetimleri olduğunu düşünüyordu. Nedeni, büyüklerin, onların hem güzellikte hem de mertlikte diğerlerinden apayrı yapıda olduklarını görmeleriydi.
Odin, oraların kendileri için çok güzel ovalar ve çok iyi bir ortam olduğunu düşündü. Kendine, şimdiki adı Sigtuna (Stockholm yakınlarında A.G.) olan güzel bir kale kent seçti.
Orada beyleriyle (aşiret reisleriyle) Truva’dakine benzer bir düzen kurdu.
On iki beyini ülkenin yasalarına göre yönetmek üzere kente yerleştirdi.
Her yere, Türk geleneklerine uygun ve eskiden Truva’da var olana benzer, adalet getirdi.
Daha sonra kuzeye doğru yola çıktı.
Tüm karaları çevirdiğini düşündükleri denize dek geldiler. Bugün Norveç denilen bu yere de oğlu Säming’i kral yaptı.
Håleygja Anlatısı’nda (Håleygjatal) belirtildiği gibi, tüm Norveç kralları, vezirleri (Jarl: Başbakan) ve diğer büyük adamlar onun soyundan türemişlerdir.
Odin’in yanında, kendinden sonra gelecek olan ve şimdi İsveç (Svitjod) Kralı olan oğlu Yngve vardı. Onun soyundan gelenlere de Ynglingler (Ynglingar) denecekti.
Asyalılar bu ülkede kendilerine eşler buldular. Oğullarına eşler seçtiler. Ve Saksonya (Saxland) ve kuzeyinde soyları sayıca güçlendi. Dünyanın kuzey bölgelerine yayıldılar. Asyalıların dili tüm bu ülkelerin içinde konuşulan dil oldu.
Ataların, kayda geçirilen tüm adları bu dilleri izledi. Ve Asyalılar dillerini de birlikte dünyanın bu bölgelerine, Norveç (Norge), İsveç (Svidjod), Danimarka (Danmark) ve Saksonya’ya (Saxland) taşıdılar.
Özetle İskandinavların kökeninin Asya’dan, hatta Türkiye’den olduğu anlatılmış resmen.