Maya Takvimi haberlerini duydunuz muhakkak.
Maya Takvimi 2012 yılında sonlanacak ve kıyamet kopacaktı.
.
Beklentilere göre Mayalar oldukça ileri teknolojiye sahip bir medeniyetti.
Kıyamet günü olarak hesapladıkları güne kadar takvimlerini hesaplamışlar, bu tarihten sonrasını kayda almamışlardı.
.
Bilindiği üzere bu tarih:
21 Aralık 2012’ydi.
.
Ama ne oldu?
Ne kıyamet koptu, ne de bir şey…
.
Araştırmacılar şimdi yeni bir teori peşine düştüler ve yeni bir tarih ortaya attılar.
.
Teoriye göre; Maya Takvimi 13 yıl kaymıştı.
Buna göre Maya Takvimi döngüsü 2025’te sona erecek.
.
Mayalara göre sadece bir kıyamet değil, başka bir çağın da başlangıcı olacak.
.
Ne zaman?
21 Aralık 2025’te.
.
Maya inanışına göre bu tarihte gökyüzünün kapıları açılacak, yıldızlar hizalanacak ve dünya yeni bir enerjiye girecek.
.
İşin garip tarafı ise şu:
NASA 2025’te güneş fırtınalarının yoğunlaşacağını açıkladı.
.
Tüm bunlar bir araştırma raporuna dayanıyor.
Gerçek olup olmadığını yaşayınca anlayacağız.
.
Peki baştan beri ismi geçen Maya Takvimi nedir?
Bunu merak ediyorsanız yazıyı okumaya devam edin, “Yok beni ilgilendirmiyor” diyorsanız sayfamdaki diğer konuya geçebilirsiniz…
.
Maya Takvimi, antik Maya uygarlığının geliştirdiği son derece karmaşık ve gelişmiş bir takvim sistemi.
Günümüzde hâlâ merak uyandıran bu sistem, yalnızca zamanı ölçmek için değil, aynı zamanda dini ritüelleri, tarım faaliyetlerini ve kozmik olayları düzenlemek amacıyla da kullanılmış.
.
Maya takvimi aslında tek bir takvimden oluşmuyor, birden fazla takvimden oluşmuş “Takvim döngüsü” sistemi.
İşte o döngüler:
Tzolk'in (Kutsal Takvim) 260 Gün
13 sayısal değer x 20 gün adı= 260 günlük döngü.
Her gün hem bir rakam (1-13 arası) hem de bir gün adıyla adlandırılır.
Bu takvim, dini ritüeller ve astrolojik yorumlar için kullanılırdı.
Tarım, doğumlar, tanrıların günü gibi konular için rehber niteliğindeydi.
.
Haab' (Güneş Takvimi) 365 Gün
18 ay x 20 gün + 1 “Uayeb” ayı (5 uğursuz gün)= 365 gün.
Mevsimsel olaylar ve tarımsal faaliyetler için bu takvim esas alınırdı.
Bugünkü takvime daha çok benzer.
.
Takvim Döngüsü (Calendar Round) 52 Haab Yılı (yaklaşık 52 yıl)
Tzolk'in ve Haab takvimlerinin birleşimiyle oluşur.
260 günlük Tzolk'in ile 365 günlük Haab ancak 52 yılda bir aynı güne denk gelir.
Maya’lar bu döngüyü “Zamanın yeniden başlaması” olarak görürdü.
.
Uzun Sayım Takvimi (Long Count)
Mayaların tarihleri kesin olarak belirlemek için kullandığı sistem.
Başlangıç tarihi: 11 Ağustos MÖ 3114 (Gregoryen takvimine göre).
Zamanı büyük döngüler hâlinde ifade eder:
1 Kin = 1 gün
1 Uinal = 20 gün
1 Tun = 360 gün
1 Katun = 7.200 gün
1 Baktun = 144.000 gün (yaklaşık 394 yıl)
.
Maya döngüsünün felsefesine göre zaman doğrusal değil, döngüseldi.
Her olay, belirli aralıklarla yeniden yaşanıyordu.
Geçmişin tekrar edeceğine inanılır: Bu yüzden astrolojik olaylara büyük önem verilirdi.
Bu anlayış, takvimlerinin sadece ölçüm değil, kehanet aracı olarak da kullanılmasına neden oldu.
.
Uzun Sayım Takvimi’nin 13. Baktun’u 21 Aralık 2012'de sona erdi.
Bazı yorumlara göre bu, dünyanın sonu olarak yanlış yorumlandı.
Aslında Mayalar için bu, sadece bir döngünün tamamlanması ve yenisinin başlamasıydı.
Yani bir “Zaman sıfırlanmasıydı”
.
Kısaca; Maya Takvimi zamanı çok katmanlı biçimde algılayan bir uygarlığın ürünüydü.
Gündelik hayat, tarım, din ve kozmoloji arasında sıkı bir bağ kuran Mayalar için takvim, sadece bir araç değil, evrenin düzenini yansıtan kutsal bir sistemdi.
KARADUT DEYİP GEÇME
Bir zamanlar birbirlerine âşık iki genç varmış.
Kızın adı Tispe, delikanlının ki, Piremus idi.
Yan yana evlerde otururlarmış.
Birlikte büyümüşler ve çocukluklarından beri de birbirlerine âşıklarmış.
.
Aileleri bu aşka karşıymış.
Ama onlar, bu derin sevgiden vazgeçemiyorlarmış.
Bir gece, gizlice ormandaki ağacın altında buluşmaya karar vermişler.
Tispe, ağaca Piremus’tan önce gitmiş.
Uzaktan gelen bir sese baktığında ağzından kanlar akan kocaman bir aslan görmüş.
Korkmuş tabi.
Hemen yakındaki bir mağaraya saklanmış, ama koşarken de boynundaki eşarbı düşürmüş.
.
O sırada Piremus gelmiş.
Kocaman aslanın, biricik sevgilisi Tispe’nin eşarbını parçalarken görmüş.
Tispe’nin öldüğünü düşünerek, onsuz yaşayamayacağını bildiğinden belinden hançerini çıkarmış ve kendi göğsüne saplamış.
Cansız bedeni kanlar içinde yere düşmüş.
.
O sırada Tispe, korkusunu yenerek mağaradan çıkmış.
Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle karşı karşıya gelmiş tabi;
Elinde kendisinin düşürdüğü eşarbını tutan Piremus’un cansız bedeniyle karşılaştı.
Piremus’un, kendisinin öldüğünü sanıp, canına kıydığını o an anlamış ve bir an bile düşünmeden hançeri alıp göğsüne saplamış.
.
Ölüm bile onları ayıramamış ve bedeni, Piremus’un vücudunun üzerine düşmüş.
.
Ve o yüce aşkı ölümsüzleştirmek amacıyla bu çiftin buluştuğu ağaç, kendisini onların sonsuz aşkına adamış.
.
Piremus’un kanını meyvelerine, Tispe’nin gözyaşlarını ise yapraklarına vermiş.
.
O günden beri, karadut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini (Piremus’un kan lekesini), dut ağacının yaprakları (Tispe’nin gözyaşları) temizler…
.
Bilir misiniz; Karadutun lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alıp ovuşturursanız, o lekenin çıktığını görürsünüz...
.
Not: Bu hikâyeyi William Shakespeare’nin “Bahar Noktası” (Bir Yaz Gecesi) adlı oyununda görüyoruz.
YAŞAM AĞLARI
“Size bir hikâye anlatacağım” diye başlamış anlatan.
Hem de ne hikâye!
.
1827 yılı…
Almanya’nın Magdeburg şehri…
Bu şehirde Ludwig Carl Friedrich Dedloid adında bir erkek çocuğu dünyaya gözlerini açar.
Büyüdükçe huzursuzluğun ne olduğunu anlar, çünkü annesi ve babası sürekli kavga etmektedir.
Aileyi ve Carl’ı çok seven yakınları, bu kavgalardan etkilenmesin diye Carl’ı bir yetimhaneye verirler.
12 yaşına kadar bu yetimhanede kalır Carl, çok eziyet çeker, dayak yer ve artık kaçmaya karar verir.
Bir gece çarşafları birbirine bağlar ve kaçarak Hamburg’a gelir.
Daha 12 yaşındaki Carl, bir gemide miço olarak iş bulur.
Çok sıkıntılı bir 3-4 ay geçirir.
Miço olduğu gemi İstanbul Boğazından geçerken KIZ KULESİNİ görür Carl, denize atlar ve Kız Kulesine kadar yüzer.
O sıralar Kız Kulesi Cüzzamlıların kapalı tutulduğu bir minik adadır.
Carl yakalanır ve Emin Ali Paşa’nın yanına götürülür.
Paşa sorar “Niye kaçtın?” diye, “Dayaktan!” der, “Peki de 3-4 aydır denizlerdesin neden İstanbul?” der Paşa.
Çocuk Kız Kulesini gösterir, “Bu Kule yüzünden, ben bu Kuleyi çok sevdim…”
Tabi bu büyük bir haber olur, Almanlar çocuğu ister ama Emin Ali Paşa vermez ve himayesine alır.
Adı Mehmet Ali olur, askeriyeye gönderilir. Eğitimler alır ve sonunda PAŞA olur, artık adı Carl Dedloid değil, Mehmet Ali Paşa’dır.
Çok başarılı bir asker olur, birçok savaşta ve anlaşmada Osmanlı’yı temsil eder.
Bu arada evlenir, dört tane kız çocuğu olur.
Evlatlarından birisinin adı Leyla Hanımdır, Leyla Hanımın da bir kızı olur, adını Celile koyarlar.
Celile Hanımın da bir oğlu olur.
Adını Nazım koyarlar, NAZIM HİKMET.
Yani Nazım Hikmet, 12 yaşında Kız Kulesine sığınan adı Carl Dedloid olan sonra da Mehmet Ali Paşa’nın torunudur.
.
Hikâye bitti mi?
Hayır!
Bundan sonrasını da dinleyin….
.
Nazım malum Selanik’te doğar, hayatını herkes biliyor, ona girmeyeceğim.
Nazım Hikmet 1938 yılında tutuklanır, neden?
Orduda isyan çıkartmaktır suçu…
Bu suça da neden olan şey Beyoğlu’nda bir sinema çıkışında Ömer Deniz adında bir Askeri Öğrencinin şiirlerini Nazım Hikmet’in okumasını istemesidir.
Birlikte tutuklanırlar…
Ömer Deniz’i kimse tanımaz etmez ama Nazım o günden sonra mahkûmiyetten kurtulamaz.
Peki, Ömer Deniz’e ne olur?
7 sene hapis yatar, sonra “Ben Hukuk okuyacağım” der ama parası yoktur.
Fatih’te okul parasını çıkarmak için bir Oyuncakçı Dükkânı açar.
Tahta oyuncaklar yapar, çocuklara satar, oradan gelen para ile de okulunun ödemelerini yapar, hayatını geçirir.
.
Günlerden bir gün 7-8 yaşında bir çocuk dükkana girer ve Ömer Deniz’e “Yanında çalışıp çalışamayacağını” sorar.
Ömer deniz çocuğu sever, “Gel çalış yanımda” der.
Çocuk sevinir ve Ömer Deniz’in yanında çalışmaya başlar.
.
Bir gün çocuk “Ömer Amca” der, “benim hiç oyuncağım yok, bana da bir tane yapsana.”
Ömer Deniz ona da bir oyuncak yapar, her tarafı oynayan kukladır bu oyuncak.
Ve bu çocuk o kuklaları alıp, okula gider ve ilk gösterisini yapar.
Bu çocuk, MÜJDAT GEZEN’dir…
.
Nasıl buldunuz?
Hayat ne garip değil mi?
.
Carl Dedloid’ten Mehmet Ali Paşaya, Nazım Hikmet’ten Ömer Cengiz’e, Ömer Cengiz’den Müjdat Gezen’e…
Yaşam ağlarını böyle kurmuş…
YETİNMEK
Bir gün haşmetli bir kral, hayatının mutsuz bir döneminde, maiyeti ile şehirde bir sabah yürüyüşüne çıkar.
Derken, insanlar arasında bir dilenci görür, haline azap ve elem duyarak yanına yürür.
“Dilenci! Dile benden, ne dilersen! Bir kereliğine, dileğini yerine getireceğim.”
.
Meğer dilenci alelade bir dilenci değil, kralın çocukluğunda öğretmenliğini yapan ve bazı gerçekleri söylediği için saraydan atılan akıl hocasıdır.
Son bir ders vermek istemektedir kendisini tanıyamayan kralına.
“Majesteleri, affedersiniz, saygısızlık olarak algılamayınız ama büyük konuşuyorsunuz. Sizin de gerçekleştiremeyeceğiniz dilekler, bazı şeyler olabilir.”
Kral gururuna yedirememiş ve öfkelenmiş: “Sen kimsin ki bana bunu söylüyorsun be adam! Ben kudretli bir kralım, her şeyi yapabilirim. Sen dileğini söyle de gör bakalım gerçekleştirebiliyor muyum?”
“Nasıl isterseniz kralım, o zaman elimde tuttuğum bu çanağı servetle doldurunuz.”
.
Kral hemen vezirlerine buyurmuş, vezirler yanlarındaki büyük keselerden çanağa altın dökmeye koyulmuşlar.
Ne var ki, çanak altınla doldukça aynı anda boşalıyor, içerisine dökülen altınları yok ediyormuş.
Altınlar, elmaslar, yakutlar ve zümrütler derken gümüşler ve bakır sikkelerle kral elindeki bütün hazinesini çanağa hırsından döktürmüşse de nafile!
Çanak yine karşılarında yeni altınlar beklercesine bomboş duruyormuş.
.
Kral sonunda mağlubiyeti kabul ederek “Sen kazandın dilenci. Çanağı dolduramadık. Ama sana bir sorum var, bu çanak neden yapılmış? Yani hammaddesi nedir ki?”
Dilenci sorulmasını beklediği soru karşısında gülümseyerek ve vakur bir biçimde cevap vermiş:
“Majesteleri bu çanak insanoğlunun istek ve ihtiyaçlarından yapılmıştır. İnsan, hiçbir zaman sahip olduğuyla yetinmez, hedeflediği ve hayal ettiği her şeyi elde ettiği anda, zihni onu unutur, uzaklaştırır ve yeni istekler ve ihtiyaçlar bulur kendine. İnsan aklı, mükemmel bir hizmetkâr olsa da berbat bir efendidir. Bu yüzden, mutluluğu zihnine inanarak dışarıdaki isteklerinde arayan insanoğlu asla tam olarak mutlu olamaz. Bu yüzden, sizden dileğim, mutluluğu kendi içinizde aramanızdır.”
.
Hikâye burada bitti.
Ama şimdi der zamanı:
Mutluluk, uzak bir tepenin üzerindeki güzel rayihalarla bezeli gül bahçeleri içinde inşa edilmiş bir sırça köşk değildir.
Mutluluk, hayat yolunun atomu olan ve ismine “An” dediğimiz en küçük zaman dilimlerinin, (yani gerçekte var olmayan) o sırça köşke giden yolun ta kendisidir.
.
Bir söz vardır: “Öldükten sonra unutulmak istemiyorsan, ya okunmaya değecek bir şeyler yaz, ya da yazmaya değecek bir şeyler yap…”
.
“İyi geçirilmiş bir günün, mutlu bir uyku getirmesi gibi, iyi yaşanmış bir hayat da mutlu bir ölüm getirir.”
(Alıntıdır)