Cumartesi günü bir yazı yazmıştım.

TROY ile ilgili.

.

Neydi TROY?

“Bankalararası Kart Merkezi” tarafından 2015'te kurulan ve işletilen bir kartlı ödeme sistemi.

“Türkiye'nin ilk ve tek yerli ödeme sistemi” olarak devreye girmiş.

Kredi kartı, banka kartı ve ön ödemeli kart hizmeti sunulmaktaymış.

.

Yurtdışında her yerde geçmediğini, çıkış yaparken yanınıza yedek bir kart almanızı tavsiye etmiştim.

.

İşte bu noktada dün telefonum çaldı.

Arayan "Bankalararası Kart Merkezi" nden bir yetkili.

"Hasan beyle mi görüşüyorum?"

"Evet buyurun."

Şeklinde başladı konuşmamız.

.

Yazım ile ilgili teşekkür etti.

TROY logolu kartların yurt dışında sadece "Discover Financial" logosu taşıyan işyerlerinde geçerli olduğunu belirtti.

.

Ayrıca benim yazdığım gibi "Discover Financial" ile bir ortaklığın söz konusu olmadığını da belirtti.

.

Türk Mühendisler tarafından yürütülen ve tamamen bize ait bir sistem olan TROY, kullanıcılar arasında yayıldıkça bizler daha da rahat edeceğiz anlaşılan...

 

SINAV MI?

Liselere Geçiş Sınavı (LGS) sonuçları açıklandı.

Bu sınavda 66 farklı il, 211 ilçe ve 544 okuldan toplam 719 öğrenci "Tam puan" almayı başardı.

Ama kıyamet koptu tabi.

.

Zira şimdiye kadar genelde hiç böyle yüksek bir başarı yakalanmamıştı.

.

İtiraz noktasının başka bir nedeni ise, Türkiye genelinde İmam Hatip Ortaokullarında 29 farklı ilden 63 öğrencinin tam puan almış olması.

.

Bakanlık çeşitli açıklamalar yaptı.

Kamuoyu pek inanmadı.

Sonunda soruşturma başlatıldı.

.

Bu işin aslında bir çözümü var.

Nasıl mı?

.

Gelin size okuldayken buna benzer başımdan geçen bir olayı anlatayım önce.

.

Ben meslek lisesi çıkışlıyım.

Okuldayken son sınıfta fizik dersimiz vardı.

Hem meslek olarak, hem de üniversiteye giriş sınavlarında yardımcı olması dolayısı ile konmuştu bu dersler.

.

Ben de fizik dersini oldukça fazla seviyordum.

Bana bulmaca gibi geliyordu zira.

.

Fizik yazılısı vardı.

Çalıştım, en iyi notu almak için hırs yatıp adeta.

Girdik sınava.

Oldukça iyi geçmişti.

.

Ertesi hafta yazılılar okunuyordu.

Sınıf dökülürken ben 9 almıştım.

Rahmetli Sadi Hoca sordu:

"İtiraz eden var mı?" diye.

Kimseden ses çıkmadı ama ben parmak kaldırdım;

"Ne o Sami, notun eksik mi geldi yoksa?" dedi gülerek

"Hayır hocam" dedim, "fazla geldi."

.

Sadi hoca bozuldu.

Diğer öğrencilere karşı sanki "Torpil yapmış" durumuna düşmüştü.

"Gel o zaman tahtaya!" dedi kızarak.

.

Tahtaya kalktım.

Sınavda sorduğu aynı soruları sordu tekrardan.

Ben hepsini yaptım.

Yüzüme baktı, "Hani fazlaydı?" dedi ve "geç otur yerine 10!" dedi.

Sınıfta bir alkış kopmuştu…

.

Şimdi gelelim LGS'ye.

Basit yöntem şu:

"Çıkan soruları aynı öğrencilere tekrar sormak…"

Yapıyorlarsa kamu vicdanı rahatlar ve mesele kalmaz.

Ama yapamazlarsa, işte o zaman yandık…

 

HELEN MİRREN

Helen Mirren bir gün şöyle demiş:

“Biriyle tartışmaya başlamadan önce, kendine şunu sor:

Bu kişi, farklı bir bakış açısını anlamak için entelektüel olarak yeterince olgun mu? Çünkü eğer değilse, bunun hiçbir anlamı yoktur.”

.

Her tartışma senin enerjini hak etmez. Bazen, kelimelerinin ne kadar net olduğunun önemi yoktur, diğer kişi seni anlamak için değil, sadece tepki vermek için dinler.

Kendi dünya görüşüne hapsolmuş olan biri, başka bir bakış açısını göz önünde bulundurmayı reddeder ve bu mücadeleye girmek sadece seni tüketir.

.

Yapıcı bir konuşma ile verimsiz bir tartışma arasında fark vardır.

Gelişimi ve anlayışı değerli bulan açık fikirli biriyle konuşmak, katılmasanız bile zenginleştirici olabilir.

Ama kapalı fikirli biriyle mantıklı bir şekilde tartışmaya çalışmak, sadece kendi inançlarının ötesini görmek istemeyen birine konuşmak gibidir.

Bir duvara konuşmak gibidir.

Ne kadar mantıklı veya doğru bir şey söylersen söyle, söylediklerini ya çarpıtacak, küçümseyecek ya da reddedecektir, çünkü doğru olduğunu düşündüğün için değil, sadece başka bir gerçekliği kabul etmeye hazır değildir.

.

Olgunluk, bir tartışmayı kazanmakta değil, bir tartışmanın yapılmaya değip değmediğini anlayabilme yeteneğindedir.

İç huzurunun, fikrini değiştirmeyecek biriyle bir şey kanıtlama gerekliliğinden daha değerli olduğunu anlamaktır.

Her savaş yapılmaya değmez.

Herkes senin açıklamanı hak etmez.

.

Bazen, yapabileceğin en güçlü hareket gitmektir.

Çünkü söyleyecek hiçbir şeyin olmadığı için değil, bazı kulakların duymaya hazır olmadığını bildiğin için. Ve o yük, sana ait değildir. (Alıntıdır)

 

NEVESER KÖKDEŞ

1902 yılında bazı kaynaklara göre Üsküdar'da, bazılarına göre de babasının sürgünde olduğu bugün Yunanistan sınırları içinde olan Drama'da dünyaya gelmiş.

.

Babası Başmabeyinci Hurşit Bey'miş.

Bir baba ve üç anneden dolayı 8 kardeşlermiş.

Kardeşlerinden biri de ünlü operet bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi'ymiş.                        

Neveser Kökdeş, müzik zevkini, çeşitli klasik ve halk sazlarını çalabilen, amatör bir müzisyen olan babasından almış.

Notre Dame de Sion'da piyano çalmasını da öğrenmiş, okuldaki bir yarışmada birincilik kazanmış.

.

Besteciliğe henüz 12 yaşında Polkalar (1830’larda Prag’ta ortaya çıkan, dört hareketten oluşan ve basit bir adım değiştirmeyle sonuçlanan, vals ölçüsünde ama temposu ondan ağırca bir Polonya dansı) besteleyerek adım atmış.

.

İstanbul Radyosu'nda bir süre tambur sanatçısı olarak da çalışmış, ama radyoda aradığı ortamı bir türlü bulamamış.

.

Ağabeyi Sabahattin Bey'in operet temsillerinde piyano çalmış ve ona ait operet şarkılarını taş plaklara okumuş.

.

Piyano, tambur ve gitar çalması, güftekârlığı yanında, hem kendine özgü bir tarz yaratmış olması ve hem de çok sayıda eser vermiş olması Neveser Kökdeş 'in ne kadar önemli bir üstat olduğunun kanıtı olmuş.

.

Varlıklı bir ailenin kızı ve döneminin şık hanımlarından biri olan Neveser Hanım, 16 yaşında topçu subayı Mehmet Ali Üsküdarlı ile evlenmiş.

Ancak, bu evlilik çok kısa sürmüş, henüz ikinci yılında eşinin Çanakkale Savaşı'nda şehit düşmesi neticesinde bir yaşındaki oğlu Adnan ile baş başa hayatını devam ettirmiş.

.

 Eşinin şehit olması ile ekonomik sıkıntılara girmiş, bu sıkıntı yüzünden içine kapanmış ve sinir hastası olmuş, 35 yaşlarında geçirdiği yüz felci nedeniyle yüzünün sağ tarafını kullanamaz olmasıyla büsbütün üzülmüş.

.

Hayatının son yıllarını Moda'da Ahmet Sapmaz'ın himayelerinde yalnız başına geçirmiş, 1962 yılının 7 Temmuz günü Kadıköy'deki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiş.

.

Cenazesi, İstanbul Üsküdar'daki Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile mezarlığında toprağa verilmiş.

.

Neveser Kökdeş'in bazı kaynaklara göre 500'den, bazılarına göre ise 1000' den fazla eser bestelediği ileri sürülmüş.

.

Şu an günümüze kadar gelen mevcut bestelerinin 100 kadarının notası varmış.

.

Eserleri;

Tango, vals, operet ve şarkı formlarındaymış.

.

Şarkılarının çoğu semai (vals) usulündedir ve çoğu eserinin güftesini de kendisi yazmıştır.

Bestelerini uzun süre saklamış ve ancak ağabeyi Muhlis Sabahattin' in ölümünden sonra ortaya çıkarmış.

.

Gülüyorsun güzelim:

Neveser Kökdeş in radyoda çalınan ilk eseri hazin bir rastlantı olarak ilk kez 13 Şubat 1947 de ağabeyi Muhlis Sabahattin Ezgi’nin cenazesinin kaldırıldığı gün yayınlanmış.

Neveser Kökdeş bu olayı şöyle anlatır:

“Ağabeyim Muhlis Sabahattin beyin öldüğü gündü. Dünyam başıma bir kere daha çökmüş, perişan, bitkin mezarlıktan dönüyordum. Yol üzerindeki kahvelerden gelen bir şarkı sesi ile irkildim. Durdum, dinledim.

Şu şarkı çalıyordu radyoda;

Gülüyorsun güzelim,

Gül, güle gülmek yaraşır,

Bakamam gözlerine bakmaya ,

Gözler kamaşır...

Bu benim aylar önce radyoya gönderdiğim ve artık çalınıp söylenmesinden zerrece ümidim kalmayan bir şarkıydı.

O an! İşte, sevincim ve kederim birbirine karıştı ve ben o gün bu gün, birbirine sarmaş dolaş olmuş üzüntümü sevincimi, birbirinden asla ve asla ayıramadım gitti” diye ifade etmiş.

.

Ölümünden sonra da "Eserlerinin yakılmasını" vasiyet etmiş ve bu nedenle de pek çok bestesi yakılmış ve böylece de kaybolup gitmiş.

Musiki hayatı daha 12 yaşında Notre Dame de Sion'da okurken bir polka bestelemekle başlayan Neveser Kökdeş'in Musiki aşkı bir süre "Alafranga" olarak sürmüş:

Prelüdler, valsler, tangolar, fanteziler, marşlar, Çigan havaları ve operet müzikleri yapmış.

Sevmek seni bir suç ise

Affet günahımı ey sevgili

Diz çöküp yalvarayım

Bırak dizinde ağlayayım

Zalimsin, cazipsin, çok haşinsin

Sevgilim son eşimsin…

Rast makamında Vals türünde Semai olarak bestelemiş.

 

LONDRA 1910

Buz gibi bir kış sabahında, sekiz yaşında bir kız, her gün Whitechapel'de bir fırının vitrininin önünde durdu.

Savaşta diş telleri vardı, parmakları soğuk kırmızı, yırtık bir elbisesi vardı ve göğse sıkıca bağlı boş bir torba.

.

Adı "Eleanor Graves" ti.

Burada, pencerenin arkasında, altın çörekler, sıcak çörekler ve reçelli tartlar dizildi.

Ama Eleanor'un parası ve yiyeceği yoktu. .

.

İrlandalı bir işçi olan babası bir kazada öldü.

Annesi yorulmadan çamaşırhane kadını olarak çalıştı.

Ama en çok acıtan midedeki açlık değildi...

Eleanor sessiz bir söz verdi:

"Bir gün çalışacağım. Ve hiçbir çocuk bu kadar aç hissetmemeli."

Kendi başına okumayı öğrendi, sokaktan topladığı gazetelerle.

.

Bir papaz onu fark etti ve ona kilise okulunda bir yer aldı.

Tıbbı orada keşfetti ve görevini.

İyileşmeyi, rahatlamayı, hayal etti.

.

1923'te, burs sayesinde Eleanor, üniversiteye girdi.

Zavallı, görünmez bir kadındı...

Ama başarılıydı.

1930 yılında bebek yetersiz beslenme konusunda uzmanlaşmış bir çocuk doktoru oldu.

.

On yıllar sonra, Doktor Graves olarak bilinen, Mayfair'de bir klinik işletiyordu.

Ama her gece varoşlara ilaç, giysi ve ekmekle döndü.

Dedi ki:

"Dünyayı değiştiremem ama bir çocuğun gecesini değiştirebilirim."

.

"Le Bread of Dreams" organizasyonunu kurdu, küçüklere ücretsiz sıcak yemek ve bakım sunan.

Bütün parasını dağıttı.

.

O asla hiçbir şeyi kendine saklamazdı.

1980'de kiralık bir odada öldü.

Harfler ve çizimlerle çevrili...

Ve minnet duygusu.

.

Adına bir heykeli ya da sokağı yok.

Ama bir çocuk korkusuzca yemek yediğinde...

Eleanor Graves hala hayattaydı.

 

TOPAL EŞEK

Cambazın biri, eşeği yularından çekip gelmiş pazara.

Bir diğer cambaz yanaşmış yanına sormuş:

"Kaça bu eşek?"

"Bin lira!"

"Aldım gitti, ver elini helalleşelim!"

O sırada birkaç kişi alıcının kulağına fısıldamış:

“Yahu görmüyor musun, bu eşek topal? Ondan ucuza verdi!”

"O eşek topal değil, tırnağının arasına taş kaçmış. Bundan dolayı topal sanıp ucuza elden çıkarmaya bakıyor!"

Eşeği satana koşmuşlar:

"Be adam bu eşek topal değilmiş sadece tırnağına taş kaçmış?"

Satıcı gülmüş:

"Eşek topal olmasına topal da, öyle zannetsinler diye taşı tırnağına ben koydum!"

Alıcıya koşmuşlar:

"Yahu bu eşek gerçekten topalmış, taşı o koymuş. Seni de kandırdı, parayı aldı!"

Alıcı başlamış dövünmeye:

"Vay namussuz vay! Eğer verdiğim para sahte olmasaydı, beni kazıklayacaktı!"

.

Hikaye sonuna şöyle bir not düşülmüş:

Çağımız insanının ahlâk yapısının kısa bir özeti...