Ülkenin durumu ortada.
Hiç kimse memnun değil.
Memuru, işçisi, emeklisi, esnafı…
Neresinden tutsanız elinizde kalıyor.
Pınarından borularla akıtılmakta olan suyu, hiç kaçak vermeden şehre götürmek maharet değil.
Geldiği gibi gider.
Maharet!
Borudaki kaçakları bulup, tamir etmek.
23 senedir iktidarda olanlar bu kaçakları önleyemediklerinden, bizler sürünmeye devam ediyoruz.
Olay bu kadar basit.
İktidar işin kolay yolunu buldu.
Dedi ki; “Suları getirmek, götürmek, dağıtmak belediyelerin işi, o halde ben de onları bulurum”
Ve sonunda hepsini içeri attı.
Bakalım kaçaklar önlenecek mi?
İktidarımızın seçim kazanma mahareti tüm dünyaca bilinir.
“Torbadan tavşan çıkarma” konusunda uzmandır.
Muhalif Belediyecileri mahkûm edip, “İşte bunlar suyu kaçırıyorlardı” diyecek belli.
Geçtiğimiz seçimde de muhaliflerin “Teröristlerle işbirliği yaptıklarını”, yapmayanların da ileride, “Kesinlikle iş birliği yapacaklarını” dayatarak oyları almışlardı.
Aslında işin kolayını da biliyor.
Şöyle yapıyor.
Şu hikâye ile anlatmaya çalışayım.
Bir adam derdini kadıya şikâyet etmeye gitmiş ve şöyle demiş:
“Muhterem kadı efendi karım, altı çocuğum, annem ve kayınvalidemle bir odada yaşıyoruz. Çok sıkıntılı durumdayım ne yapayım?”
Kadı adama dönerek:
“Git bir eşek al ve onunla bir odada yaşamaya başla ve iki gün sonra bana gel!” demiş.
Adam iki gün sonra geri dönmüş ve anlatmış:
“Kadı efendi, psikolojim gittikçe kötüleşti.”
Kadı dinledikten sonra yol göstermiş:
“Git bir de koyun al yanına, odaya koy iki gün sonra gel bana.”
Adam iki gün sonra solgun bir yüzle kadıya gelerek, perişan halde demiş ki:
“Kadı efendi, evin içi dayanılmaz olmaya başladı.”
Kadı ona şöyle demiş:
“Git iki tane tavuk al, iki gün sonra gel yanıma.”
Adam geri gelmiş ama intihar etmek üzereymiş.
Kadı ona dönerek demiş ki:
“Git eşeği sat ve bana gel durumunu söyle…”
Adam geri gelmiş ve kadıya demiş ki:
“Bir parça psikolojim iyileşti…”
Kadı tekrardan ona şunu demiş:
“Git koyunları sat ve bana gel…”
Adam geri gelmiş ve bir iç çekerek demiş ki:
“Durum sona erdi şu an idare eder gibiyim.”
Kadı tekrardan adama dönerek:
“Git tavukları sat ve bana tekrardan gel” demiş.
Adam geri dönmüş ve kadıya demiş ki:
“Allah senden razı olsun, şükranlarımı iletirim… Şimdi çok daha iyiyim,”
Yani iktidar bize “Önce eşeği kaybettiriyor, sonrasında da bulduruyor…”
Biz ne yapıyoruz?
Hep beraber:
“Allah senden razı olsun” diyerek bu iktidara oy veriyoruz.
Siz şimdi içinizden, “Ben artık oy filan vermem” diyebilirsiniz.
Ama bu ülkede bu iktidara yüzde 25 oy verecek insan dolu…
“Haydi ya, hayatta olmaz!” demeyin.
23 senedir oluyor…
SON KUŞLAR
Kuşları boğdular,
çimenleri söktüler,
yollar çamur içinde kaldı.
Dünya değişiyor dostlarım.
Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz.
Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz.
Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak.
Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük.
Sizin için kötü olacak.
Benden hikâyesi.
Sait Faik Abasıyanık (1952),
Son Kuşlar hikâyesinden.
BEBEK VE ANNE
Üniversite profesörü Sydney Engelberg 45 yaşında.
Haber sitelerinde, öğrencilerine ders verdiği bu fotoğraf dolaşıyor.
Profesör ders anlattığı sırada sınıfta, öğrencilerden biri olan annesinin yanında bulunan bir çocuk, ağlamaya başlamış.
Ancak profesör, çocuğun ağlamasından rahatsız olmamış ve anneden dışarı çıkmasını istememiş.
Oysa normalde bu yaştaki bir çocuğun derse getirilmesi yasakmış.
Aksine, profesör çocuğu kucağına almış ve onu tutarken ders anlatmaya devam etmiş.
Öğrenci ifadelerine göre, öğretmen dersten hiçbir şey kaçırmamış; her detayı sanki bu duruma alışmış gibi sakin ve dikkatli bir şekilde anlatmış.
Çocuğun annesi ise utandığı için, çocuğu alıp odadan çıkmaya hazırlanmış. Ancak profesör inisiyatifi eline almış ve onu durdurmuş…
Bu profesörün yüksek lisans kurslarına giden annelerle hiçbir sorunu olmadığı, hatta onlardan rahatsızlık duymadan sınıfa yiyecek getirmelerine dahi izin verdiği biliniyormuş.
Onun düşüncesine göre:
“Bir anne, annelik ile eğitim arasında seçim yapmak zorunda kalmamalıdır.
Eğitimli bir anne, ülkenin gelişmiş uluslar seviyesine ulaşmasına katkı sağlar, çünkü koca bir nesli yetiştirirmiş.”
Buna benzer bir olayı ben yaşamıştım ve o zaman hak vermiştim.
Şöyle ki:
Bir kadın oyuncumuz, oyun provalarımıza, küçük oğlan çocuğunu getirmişti.
(Normalde provalara çocuk getirilmezdi ancak çok özel bir durum dolayısı ile yönetmenden izin alarak getirmişti)
Çocuk oldukça hareketliydi.
Sürekli olarak sahneye çıkıyor ve bize prova imkânı vermiyordu.
.Annesi bu duruma dayanamadı ve:
“Lütfen sahneye çıkma!” diye sertçe ikaz etti.
Çocuk annesinin karşısına geçip şu cümleleri kullandı:
“Anne! Ben sahneye çıkmazsam nasıl tiyatrocu olacağım ki?”
O sebeple “Olaylara biraz da böyle bakmak lazım” diye düşünmüştüm…
NE ŞEHİTTİR NE GAZİ
Siz Niyazi’nin hikâyesini bilir misiniz?
Bakın anlatayım.
Kısa Balkan turumuzda rehberimiz “Manastır” yakınlarındaki “Resne” den geçerken anlattı.
“Siz!” dedi, “Ne şehittir ne gazi? Pisi pisine gitti Niyazi’nin hikâyesini bilir misiniz?” diye sordu.
İşte o hikâye:
1873 yılında bugün Kuzey Makedonya sınırları içerisinde kalan Manastır yakınlarındaki Resne kasabasında doğmuş Niyazi Bey.
Zaten bu yüzden de ona “Resneli Niyazi” diyorlarmış.
“Özgürlük” ile ilgili düşünceleri Mustafa Kemal’in de eğitim gördüğü “Manastır Askeri İdadisi”ndeki öğrencilik hayatında işitmeye başlamış.
Öğretmenlerinden Bursalı Tahir ona “Millet, vatan ve özgürlükten açıkça söz edilmemesinin nedeni olarak” II. Abdülhamit’in istibdatçı yönetimini göstermiş.
Bilindiği üzere 1876’da yürürlüğe konan anayasa ile açılan meclis, yine aynı padişah II. Abdülhamid tarafından iki sene sonra, kapatılmıştı.
Niyazi Harp Okulunu bitirip subay olduktan sonra bir taraftan Bulgar çetecilerle, bir taraftan Yunan harbiyle uğraşan, ülkenin içinde olduğu gerçeklerle karşı karşıya gelmiş.
Harp okulundan yeni mezun olan Niyazi Bey, daha mezuniyetinin üzerinden 1 yıl bile geçmeden 1897 Yunan Harbi’ne katılmış.
Bu savaşta gösterdiği büyük kahramanlıkları ve namını saraydakiler bile duymuş.
Savaştan sonra İstanbul’a saraya görüşmeye çağırmışlar.
Resneli Niyazi İstanbul’a gidip padişahın çevresindekileri gördüğü zaman, pek hoşnut olmamış.
Zira bir kısmı daha 13-15 yaşlarında olan paşazadeleri yüzbaşı, binbaşı rütbesine ulaşmış görünce bunalmış.
Üstüne üstlük göğüsleri nişanlar, apoletleri yıldızlarla dolup taşan çocuk yaştaki kişileri, bir kısmı da hantal, göbekli, beylerden, paşalardan kurulan bir Yaverler Ordusunu, bütün görevi sabahtan akşama kadar padişaha jurnaller vermek olan ikiyüzlü insanları görünce…
Kendi ülkesinin başkenti İstanbul’un, sarayın, padişahın içinde bulunduğu bu durumu kendi gözleriyle görmüş Niyazi bey.
Büyük devletlerin çevirmiş oldukları ve çevirmekte bulundukları entrikaların korkunç sonuçlarını ve Balkan devletlerinin Rumeli toprakları üzerinde besledikleri hırslarını orada bizzat yaşayarak görmüş.
Bu arada Osmanlı’nın, İngiltere ve Rusya tarafından parçalanma niyetlerine karşılık
II. Abdülhamid’in ve etrafındakilerin bunu değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmediklerini düşünen Resneli Niyazi Bey şu sonucu çıkarmış:
“Güçsüzlük yerine güç, ahlaksızlık yerine ahlak kurulmadıkça kurtuluş yolu yoktur. Bunun için de kudretsizliğin ve ahlaksızlığın sembolü olan istibdat yerine, meşrutiyet kurulmalıdır.”
Abdülhamid’in baskıcı döneminde yaşarken, böyle “Hürriyet” fikirlerine sahip olan sadece Resneli Niyazi değilmiş elbette.
Vatanın kurtuluşu için, genç subaylar ve vatanseverler bir araya gelerek irili ufaklı ama gizli örgütler kurmuşlar.
Amacı ihtilal yapmak ve tekrar anayasayı, meclisi çalışır vaziyete getirmek olan Kolağası Niyazi Bey, 3 Temmuz 1908 Cuma günü 200 kişilik çetesiyle Makedonya dağlarına çıkar.
Vicdanında, vatanına borçlu bulunduğu hizmeti yerine getirmekte olduğuna dair kesin kanaati varmış.
Niyazi Bey dağa çıktığı gün, Padişahın Başkatibi’ne şöyle bir bildiri gönderir:
“İstek ve amaç bundan sonra uygar devletlere benzeyecek bir yönetim sistemi kurmak suretiyle, her parçası kanımıza karşılık olan kutsal vatanımızın 30 yıldan beri uğramakta bulunduğu paylaşmadan korunması, milletimizin düşünce ayrılıklarından kurtarılması ve bugün pek karanlık görünen geleceğimizin güven altına alınmasıdır. Biz Anayasanın hemen bugün yürürlüğe konmasını isteriz. Bunu hükümet yapmazsa millet zorla yapacaktır. (…) Mebuslar Meclisi’nin derhal açılmasını isteriz. Bu yapılmadığı hâlde mesuliyet hükümetin olacaktır.”
Tüm memlekette Niyazi Bey’in dağa çıktığı duyulmuş.
Olaylar büyümüş.
Bu isyanın sloganı:
“Ya hürriyet, ya ölüm!” olmuş.
Sonunda Saray, halkın anayasa isteğini kabul etmek zorunda kalmış ve Padişah II. Abdülhamid’in 1878 yılında askıya aldığı meşrutiyet rejimi, 24 Temmuz 1908’de resmen tekrar ilan edildikten sonra, Resneli Niyazi Bey dağdan şehre inmiş.
Selanik’te “Hürriyet kahramanı” olarak büyük gösterilerle karşılanmış.
II. Meşrutiyet’in mimarlarından olan Resneli Niyazi Bey, emekli olup memleketi Resne’ye yerleşmiş.
Balkan Savaşı sırasında, zaten gençliğinden beri mücadele ettiği vatanını savunmak amacıyla Cevdet Paşa’nın ordusuna katılmış.
Üzerinde “Vatan Fedâisi” yazılı bir fes giyen Niyazi bey, yine vatanın müdafaasında elinden geleni yapmış ancak; maalesef savaşın sonucunda Balkan Birliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki topraklarının çoğunu ele geçirmiş, savaş bittiğinde ise uğruna savaştığı memleketi Makedonya artık kaybedilmiştir.
17 Nisan 1913’te İtalya üzerinden İstanbul’a ulaşmak için Arnavutluk’un Avlonya iskelesine gitmiş ve orada bineceği vapuru beklemeye başlamış.
Niyazi Bey, nereden çıktığı belli olmayan 7-8 kişilik Balkan komitacıları arasında kalmış, silahlar patlamış ve sırtına üç kurşun isabet eden Niyazi Bey, orada can vermiş.
Daha sonra Niyazi Bey’in, “Gazi mi? yoksa Şehit mi?” sayılacağı konusu epeyce tartışılmış.
Ama bir sonuca varılamamış.
Bu sebeple, “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi” deyişi ortaya çıkmış.
Bu deyiş; Kimin ne için yaptığı hiçbir zaman aydınlanamayan bu suikastın sonucunda, pek çok savaşa koşarak girip sağ çıkmış olan Resneli Niyazi Bey için söylenmeye başlanmış ve günümüze kadar ulaşmış.
2028’E KADAR DAYANIN
Saçının dökülünce saç ektiriyorsunuz da dişinizi kaybedince ne yapıyorsunuz?
Elbette implant veya değişik çözümler buluyorsunuz.
Şimdi size “2028 yılında dökülen dişinizin yerine yeniden diş çıkaracak aşı geliyor” desem?
“Yok artık!” diyerek, koltuğunuzdan düşersiniz değil i?
Ama söylediğim doğru.
Japon bilim insanları buldukları bu aşıyı, fareler üzerinde denemişler ve 2026 yılında insan üzerinde deneyeceklermiş.
Başarılı olurlarsa 2028 yılında dişsiz insan kalmayacakmış.
Şimdi bu yazıyı okuyan dişçi kardeşlerim bana kızabilirler belki ama ne yapayım, ben de duyduğumu okuduğumu aktarıyorum ne yapayım?
Bu yeni diş edinme için uzun uzun teknolojik operasyonlar gerekmiyormuş, sadece bir tek aşı yetecekmiş.
Bu yazıyı okuyanlar şunu da sorabilirler;
“Sadece diş mi? Acaba başka organlar da vücut tarafından tek aşıyla ürettirilemez mi?”
Bence mümkün.
Ben buna inanıyorum…
Hani bazı bilimkurgu filmlerinde, yaralanan birini yarası iki saniye içinde kendi kendine eski haline dönüyor ya.
Sistem aynı.
Yeter ki ilime, bilime inanalım.
Hurafelerden ayrı duralım…