Haberi okuyunca şaşırdım tabi.

Bu kadar da olamaz dedim içimden.

Hani dolandırıcılık duydum, sahte doktor duydum, sahte polis, asker hatta sahte subay duydum ama imamın sahtesini ilk defa duydum.

Habere göre;

Konya’da sahte diploma ile imamlık yapan 4 kişi tutuklanmış.

Bir değil, iki değil tam dört kişi.

Mübarekler sahte imam kursu açmışlar sanki.

Artık kim, nasıl uyandıysa?

Büyük ihtimal emniyete ihbar etti ve onlar da gerekeni yapmış zaten.

Sahte oldukları nasıl anlaşıldı onu da merak ettim bak!

Fatiha’yı mı yanlış okudular?

Yoksa mezarlıkta yanlış bir şey mi yaptılar?

Haberde onu yazmamış.

Ama neden “Çarpılmamışlar!” diye yazacaktım ki, yakalanmışlar zaten.

Çarpılmaktan beter olmuşlar işte…

Ancak bu sahte imamların merkezi İstanbul’da olan bir cemaat ile bağlantılı oldukları iddiası da haberde belirtilmiş.

Yani bir nevi misyonerlik durumu söz konusu olabilir.

Neyse ki emniyet kuvvetleri bunu araştırıp bağlantıları ortaya çıkarır.

Ayrıca bunların sadece Konya değil, ülkenin diğer taraflarına da aynı şekilde dağılmış olabilirler.

Ne diyelim?

Allah ıslah etsin.

AİLE OLMAK

Ülkemizde yaşlanmak, dul kalmak oldukça zor bir durum.

Emekli maaşları, dul ve yetim maaşları ile bırakın geçinmeyi, adım atmak bile zor artık.

İktidarımız belli ki bu gurubu defterden sildi.

Artık onların oylarını istemiyor ve o sebeple onlarla ilgilenmiyor.

Ömürlerin uzamasıyla ortaya çıkan yaşlı bakım işleri de ailelere başka bir sorun.

“Evde Sağlık Hizmeti” bir yere kadar yardımcı oluyor ama ya diğer tarafı?

“Bakımevi, huzurevi” gibi yaşlılara hizmet verecek yapılanmada çok geç kaldık gibime geliyor.

Bu sorunlarla ilgili sosyal medyada oldukça sık rastladığım hikâyeler de var.

İşte bunlardan bir tanesini sizlere aktarmak istedim.

Bu soğuk bir akşamüstünde, iki oğlum beklenmedik bir şekilde beni ziyarete geldi.

Biri doktor, diğeri mühendis.

İkisi de zeki, başarılı, kariyerlerinde tanınmış insanlar.

Hayatımın aşkını, sevgili eşimi kaybedeli henüz bir hafta bile olmadı.

O gitti…

Ve onunla birlikte içimdeki en kıymetli parça da.

 Hâlâ başım dönüyor bu yoklukla, içim boş, sanki hayatın anlamı ayaklarımın altından kayıp gitmiş gibi.

Mütevazı evimin sade salonunda, masanın etrafında oturuyoruz.

Konuşma, geleceğim üzerine açılıyor.

İçimi soğuk bir ürperti kaplıyor.

Çok geçmeden konuya geliyorlar:

Benim için “Bir huzurevinde yaşamanın daha iyi olacağını” düşünüyorlar.

Doğruluyorum.

Yalnızlıktan ya da yaşlılıktan korkmadığımı anlatmaya çalışıyorum.

Ama oğullarım ısrar ediyorlar.

O sahte şefkat tonu…

Deniz kenarındaki geniş dairelerinin bana uygun olmadığını söylüyorlar.

Ne biri, ne diğeri…

Öyle diyorlar.

Günlerinin ne kadar yoğun olduğunu anlatıyorlar.

Eşlerinin meşguliyetini, torunlarımın derslerini…

Zamanları yokmuş.

Hayat çok doluymuş.

Yine de zayıf bir umutla öneriyorum:

“Belki evde bir yardımcı tutarız, birlikte karşılarız masrafları…”

Ama oğullarım mesleklerinin ciddiyetiyle açıklıyorlar:

“Günde üç vardiya gerekir, üç kişi.

Üstelik hepsi sigortalı olmalı.”

Böyle bir şey, bu kriz ortamında, artık lüksmüş.

Mümkün değilmiş.

İkna olmamaya çalışıyorum.

Ama sonunda başka bir öneri geliyor:

“Evi satalım baba!”

Elden çıkarsa, huzurevi masrafları karşılanırmış.

Herkes için kolay olurmuş.

Onlar için.

Ve güya benim için de.

Kabul ediyorum.

İkna olduğumdan değil.

Yorulduğumdan.

Artık bu kadar nankörlükle, bu kadar soğuklukla mücadele edecek gücüm kalmadı.

Sessizim.

Tüm bir ömrün fedakârlıklarını, ödenen okul taksitlerini, iptal edilen tatilleri, alınmayan arabayı hatırlatmıyorum.

Neden hatırlatayım ki artık?

Sessizce eşyalarımı topluyorum.

Tüm bir ömür, iki valize sığdı.

İki sade valiz.

Ve onlarla, daha soğuk, daha hüzünlü bir yere gidiyorum.

Bir huzurevine.

Oğullarımdan, torunlarımdan uzakta.

Bugün, yalnızlığın soğuk kollarında anlıyorum ki…

Onlara bilgi, diploma, imkân verdim…

Ama şu en temel değeri veremedim: minnettarlığı.

Ve suç…

Belki biraz da benim.

Her zaman en iyisini vermeye çalıştık.

Her dileklerini yerine getirdik.

Ama unuttuk…

Gerçek sevgi sadece vermek değil, öğretmektir.

Sınır koymaktır.

Sorumluluk vermektir.

Evde süpürge tutmayı, yemek yapmayı, sofraya el uzatmayı öğretmektir.

Ailenin bir parçası olmayı, emek vermeyi öğretmektir.

Çünkü minnettarlık insanın içinde kendiliğinden yeşermez.

Ekilir.

İşlenir.

Ve büyütülür.

Bu da, en başta saygıyla başlar.

Ve anne-babanın, kendilerini unutma pahasına verdiklerinin farkına varmakla…

Bir gün onlar da yaşlanacak.

Onlar da sevilmek, saygı görmek isteyecekler.

Ve bunu hiçbir para satın alamaz.

Bu yüzden…

Çocuklarımızı güçlü değerlerle yetiştirelim.

Ama aynı zamanda, onlarla gerçek bağlar kuralım.

BABA KIYMETİ

Bugün madem laf babalardan, babalıktan açıldı, o halde konuya devam edeyim.

Yine size güzel bir yazı buldum.

“Buyurun okuyun” derim.

Delikanlı 16 yaşında iken babası ile tartışmış ve evi terk etmişti.

Buna çok öfkelenen baba, “Evde onun adı bile anılmayacak” diye yasak koymuştu.

Annesi, her gece evi terk eden oğlunun yatağına oturup yastığını koklayarak uyuyordu;

“Oğlumu özledim, ne olur gidip arayalım, bulup getirelim” dese de, baba geri adım atmıyordu.

Aradan iki yıl geçmişti.

Oğlunun doğum günü o yıl Babalar günü ile aynı güne denk gelmişti.

Annenin ağlamaklı halini görünce dayanamadı baba “Şu adrese git, oğlunu gör” dedi.

Ve ekledi, “Adresi benim verdiğimi söyleme ama!”

Birkaç şey daha söyledi ama anne duymuyordu bile, aklında bir tek adres kalmıştı.

Anne sevinçten uçuyordu.

Hemen hazırlandı yola koyuldu.

Büyük bir şehrin karşı yakasındaydı babanın verdiği adres.

Gittiği adres bir tamirhaneydi.

Oğlunu tulum içinde gördü.

Bir süre ıslak gözlerle dükkânın karşısından izledi ve oğluna doğru yaklaşmaya başladı.

İki yıl boyunca kendisini arayıp sormayan ailesini unutan delikanlı aniden annesini karşısında görünce önce şaşırdı, sonra koşup sarıldı annesine.

Babası hariç herkesi soruyordu, “O nasıl, bu nasıl?” diyerek.

Ve sonunda “O adam nasıl, hala aksi ve anlayışsız mı?” diye sordu annesine.

Anne cevapsız bıraktı bu soruyu.

“Hadi oğlum gel eve gidelim!” dedi.

“Hayır anne! Ben böyle iyiyim. O adamla tekrar aynı evde yaşayamam!” dedi ve dükkâna doğru yürümeye başladı.

Arkasından bir süre bakakalan anne hazırladığı pastayı oğluna vermek için seslendi.

Delikanlı pastayı alırken annesine “Anne ne olur ısrar etme, gelmeyeceğim... Bir gün bile merak edip arayıp sormayan bir adamla aynı evde yaşayamam ben…” dedi.

Anne boynu bükük halde oğlunun yanından ayrılmaya hazırlanırken

“Peki oğlum sen bilirsin... Anlaşılan çok kararlısın, gelmeyeceksin... Ama baban; ‘Son bir aydır arkadaşlık ettiği çocuktan uzak dursun, o çocuk ona zarar verecektir. Önceki arkadaşıyla barışsın!’ dedi.”

Bu kez çocuk donakalmıştı.

Annesi eve dönmüştü.

Babaya sitem etti, “Madem biliyordun nerde olduğunu neden benden sakladın?

O yüzden rahattın demek?”

Hep ters, aksi görünen baba yutkundu ve gözlerinden iki damla yaş akıverdi.

“O benim canımdır ya, canım” dedi.

“Ne zamandan beridir biliyordun?” diye sordu anne.

“Gittiği günden beridir biliyorum. Bazen öğlen molalarında ‘Ne yiyip ne içiyor?’ diye gider uzaktan izlerdim. Bazen akşamları geç gelirdim ya hani, sen beni kahveden sanırdın, işte o zamanlarda da ‘Ne yapıyor? Kimlerle takılıyor?’ diye takip ederdim.”

Karı koca bir birlerine sarılıp ağlarken kapı çalmıştı.

Elleriyle gözlerini silerek kapıyı açmaya gitti anne.

Annesinin kendisine yaptığı pastadan daha büyük bir pasta ve hediye paketi ile içeri girdi delikanlı…

Koşarak babasına sarıldı;

“Babalar günün kutlu olsun babaaaa”

Delikanlı anlamıştı.

Kendisine hiç bakmadığını düşündüğü babasının, aslında gözünü hiç üzerinden ayırmadığını…

Babalar kızar bağırır ama hep evlatların iyiliği içindir; evlatlar çocukken bunu anlayamaz.

Fakat bir gün onlar da Anne Baba olunca anlarlar babanın kıymetini..!

SCHOPENHAUER

Arthur Schopenhauer’den bahsedeceğim biraz.

Kendisi, Alman filozof, yazar ve eğitmen.

Alman felsefe dünyasındaki ilklerden. “Dünyanın anlaşılmaz, akılsız prensipler üzerine kurulu nedenselliklerinin olduğunu söyleyerek” dikkat çekmiş.

Ayrıca da “Nietzsche”nin ilk akıl hocasıymış kendisi...

Adamın düşünceleri değişik.

İşte onlar:

Schopenhauer: “Toplum neden vasat olanı ödüllendirir de nitelikli olanı dışlar?”

Siyasi hayatta, bilimde, sanatta ve akademide “Vasatlık” daha kolay yükselir.

Gerçek yetenekler ise çoğu zaman ya geç fark edilir ya da hiç fark edilmez.

Peki ama neden?

Bu can sıkıcı gerçeğe Schopenhauer şöyle bakmış;

“Zekâ ve kavrayışla toplumda popüler olabileceğini düşünen kişi, hâlâ hayatın gerçeklerini öğrenememiş bir acemidir. İnsanların büyük çoğunluğu, bu tür nitelikleri kıskanır ve öfkeyle karşılar. Bu öfke genellikle bastırılır, hatta kişi kendine bile gerçek nedenini itiraf etmez.

Ancak şu olur: Birisiyle konuşan kişi, karşısındakinin kendisinden çok daha zeki olduğunu fark eder.

Ve bilinçdışı bir şekilde şöyle bir sonuca varır: ‘Demek ki bu kişi de benim yetersizliğimi görüyor ve küçümsüyor.’

Bu düşünce, içerlemiş bir öfke ve nefret doğurur.”

Schopenhauer burada, insanların zekâyla karşılaştıklarında duydukları rahatsızlığı, bir tür “Mesafe duygusu” olarak tanımlar. İnsanlar, zeki birini görünce, bilinçdışı bir biçimde kendi yetersizliklerini hatırlar ve bu da onları içten içe rahatsız eder.

Schopenhauer'a göre:

“Zekâyı göstermek, dolaylı olarak karşındakine ‘Sen aptalsın’ demektir.

Bu, çoğu kişi için dayanılmaz bir aşağılanma hissi yaratır.

Çünkü herkes kendini zeki görmek ister, kıyaslanmak ise tahammül edilmesi zor bir durumdur.”

“İnsanlar, en çok gurur duydukları şeyin zekâ olduğunu bilirler. Çünkü zekâ, onları hayvanlardan ayıran şeydir.”

Bu yüzden, ‘Birinin senden daha zeki olduğunu kabul etmek istemezsin’; bunu fark ettiğinde de öfke ya da hakaretle tepki verirsin.”

Yani insanlar, zihinsel olarak kendilerinden üstün birine hakaret ederek durumu ‘İrade’ düzeyine çekerler.

Zihinsel alanda eşit değillerdir ama ‘İrade alanında’ (öfke, hakaret, küçümseme gibi) eşit hissederler.

Schopenhauer devam eder:

“Toplumda, mevki ya da zenginlik saygı görür. Ama zekâ asla. Zekânın en fazla karşılaşabileceği şey yok sayılmaktır.

Eğer fark edilirse, bu bir küstahlık gibi algılanır ya da sahibinin gurur duyma hakkı olmayan bir ayrıcalık gibi görülür.”

Zekâyı toplumda göstermek, çoğu zaman bir cezayı da beraberinde getirir.

İnsanlar, seni küçük düşürmek için bir fırsat kollamaya başlar.

Bu noktada Sadi'nin bir sözünü hatırlatır:

“Aptallar, bilge kişilerle bir araya gelmeye yüz kat daha isteksizdir; bilge kişiler ise aptallardan sadece biraz uzak durur.”

Ve ardından gelen en çarpıcı yorum:

“Aptal olmak; sosyal çevre edinmek için bir avantajdır. Tıpkı vücut soğukken ateşe yaklaşmak gibi, zihinsel olarak üstün hissetmek isteyen kişi de, kendisinden daha aşağıda olanlarla birlikte olmayı arzular.”

Schopenhauer zekânın, yalnızlığa neden olduğunu vurgular.

İnsanlar; Zeki kişileri bilinçdışı bir kıskançlıkla iter, ardından bu kişileri karalamak için bahaneler üretirler.

Buna karşılık, düşük zekâlı biri daha uyumlu, alçakgönüllü ve sevecen olabilir. Çünkü çevresine ihtiyaç duyar.

Bu yüzden siyasi hayatta, bilimde, sanatta ve akademide vasat olan hızlı bir şekilde yükselirken, nitelikli olan görmezden gelinir.

İşte o en başta sorduğumuz soru:

“Toplum neden vasat olanı ödüllendirir de nitelikli olanı dışlar?”