“Müflis bezirgân, eski defterleri karıştırır” şeklinde bir atasözümüz var.

Türkçesi: “İflas eden tüccar eski defterleri karıştırırmış” şekline dönüşüyor.

Bu sözün “Yahudi züğürtleyince eski defterleri karıştırırmış” şekli de var.

Anlayacağınız oldukça çeşidi var.

Yani kısaca diyor ki:

“Aç kalırsan eski defterleri karıştır, belki bir alacağın çıkar da, para istersin…”

Şimdi gelelim bizim konumuza.

Müflis tüccar kim?

Defteri karıştırılan kim?

Yıl 1962.

Çanakkale'de çok büyük bir sel felaketi oluyor ve kentin üçte ikisi zarar görüyor.

Bu sel felaketi üzerine yetkililer oturup düşünüyorlar ve bir daha bu felaketin yaşanmaması için “Çanakkale'de taşkın önleme amaçlı bir baraj yapımına karar veriyorlar…”

İşte Atikhisar Barajı’nın yapılma sebebi bu.

“Müflis tüccar kim?

Defteri karıştırılan kim?”  diyerek ikide bir sormayın.

Anlatıyorum işte.

Projelendirildikten sonra ihale edilerek yapımı, 1968-1969’da başlamış.

Yani en önemli amacı;

“Taşkın önleme...”

Bir başka amacı ise;

“Tarımsal sulama…”

O vakitler su bol olduğundan kimse barajdan su kullanmayı düşünmüyor.

Hani şimdilerde “Su tasarrufu” şeklinde kampanyalar yapılıyor filan ya;

O tarihlerde böyle bir şeyden bahsetsen adamı kürek sapıyla döverler, o derece bol su var memlekette.

Kısaca barajın amaçları arasında, “İçme suyu temini” diye bir düşünce yok.

Şimdi gelelim;

Müflis tüccar kim?

Defteri karıştırılan kim?

Sorusunun cevabına.

O tarihlerde yapılan baraja harcanan para, şimdi ki “Çanakkale Belediyesi” nden isteniyor.

Sebep?

“Mademki şimdi sen bu barajı içme suyu olarak kullanıyorsun, o halde yapım maliyetini öde bakalım!” deniyor.

Eski defterleri açan müflis kim?

Anladınız.

Peki defter kim?

Onu da çaktınız.

Bir iktidar 1960’lı yıllara gidip devlet kurumuna borç çıkarıyorsa, bundan medet umuyorsa, bunu bile getiri olarak düşünüyorsa…

Lafı dolandırmadan söyleyeyim;

Memleket iflas etmiştir.

Bu konu bile hükümettekilerin istifa etmeleri için yeterlidir.

500 LİRA

Bankalar gelecek hafta itibarıyla yürürlüğe girecek uygulama ile şubelerinde bulunan ATM'lerden yapılacak para çekme işlemlerinde limitleri artıracak.

Bu limitin 40-50 bin liraya kadar çıkabileceği bildiriliyor.

Sıkıntı üzerine sıkıntı.

Yapılacak iş belli.

Basacaksın 500 liralık banknotu, olup bitecek.

Ama efendim “Enflasyon yükselirmiş?”

Aaa!

Haklılar vallahi.

Zira şimdilerde enflasyon yerlerde sürünüyor.

O kadar az ki, banknot basarak canavarı hortlatmanın gereği yok.

Koskocaman ülkeyiz.

Banknot basmakla enflasyon yükselmez.

Bizim İHA, SİHA’larımız var.

Her gün doğalgaz ve petrol buluyoruz.

Madenlerden altın fışkırıyor.

Bize enflasyon mu dayanır?

“Basın o halde?” derseniz cevap gelir hemen:

“Olmaz! Amerika’da 500 dolar gördünüz mü hiç? Bizim neyimiz eksik?”

BİRİ UÇAK MI DEDİ?

Muhakkak duymuşsunuzdur şu AKP Atasözünü;

“Biz geldiğimizde toplu iğne yapılmıyordu bu ülkede.

Çamaşır makinesi bile yoktu!”

Yıl 1926.

Yer Kayseri.

Bir fabrika kuruluyor.

Adı:

Kayseri Uçak Fabrikası.

O zamanki adıyla TOMTAŞ.

Yıl kaç?

1926.

Yani Cumhuriyet daha 3 sene önce kurulmuş.

AKP kurulalı 23 sene oldu ve o günden beri tek başına iktidar.

O tarihten bu yana ne ekonomistler gördük,

Ne gözlerinden ışıklar saçan maliye bakanları…

Sonuç?

1962 yılında geri gidip baraj parası isteyen bir iktidar.

1926 yılında Kayseri'de kurulan fabrika haliyle Türkiye’nin ilk uçak fabrikasıdır.

Kayseri Uçak Fabrikası ilk açıldığında fabrikanın elektriği bile yokmuş.

Şu vizyona bakar mısınız?

Şu kararlılığa?

Biz 100 sene sonra dronlarla övünüyoruz.

Jeneratörlerle çalışılmış fabrikadan sonra tren yolu yapılmış ve büyük jeneratörler gelmiş.

Hirfanlı Barajı yapılıncaya kadar elektrik böyle sağlanmış.

Kendi havaalanımız olmadığı için, kanatları at arabalarıyla boş arazilere çekilerek orada birleştirilmiş uçakların…

Fabrikanın inşası sırasında eşek, katır, deve bile kiralanmış.

Gıda ve giyeceğin tamamı Kayseri iç piyasasından karşılanmış.

Böylece marangoz, manav, hububatçı, terzi, ayakkabıcı, demirci, bakırcı gibi zanaatkârlara üretim yapma imkânı doğmuş.

Anneler oğullarıyla “Oğlumuz tayyare pavlikasında çalışır” diyerek övünürken; fabrika, fabrikadan öte bir eğitim kurumuna dönüşmüş ve tornacı, frezeci, kaportacı, kaynakçı, motorcu ustaları, şehrin metal sanayisinin temelini oluşturmuş.

Hani Anadolu Kaplanları vardı ya, işte o sanayinin temeli buralarda atılmış.

Bu memleketin çocukları “Yoklukta uçak üreten, ürettiği uçakları hem satan hem de İran'a hediye edebilen kahramanlar olarak tarihe geçmiş…”

Sonra ne olmuş?

Sonrası malum.

O milli servet heba edilmiş.

Fabrika yok edilmiş.

Uçaklar toprağa gömülmüş.

Metal parçalarından demir kaşık yapılmış.

Uçak mühendisleri ev hapsinde tutulmuş…

O tarihlerde uçaklar yapılmış da, toprağa bile gömülmüş…

Şimdi F35 almak için kapı aşındırıyoruz…

FOYASI MEYDANA ÇIKMAK

Türkçe’nin kültürel mirasını ortaya çıkartan deyim ve atasözleri kimi durumlarda kurtarıcı olur.

Çoğunuzun belki de bildiği bir sözdür bu.

Hatta hikâyesini de bilirsiniz.

Ama bu hikayenin uyarlanacağı bir ülkede birilerinin foyasının meydana çıkması gerekmiyor mu artık?

“Foyası meydana çıkmak!” deyiminin genel anlamı;

“Yalanı, dolanı, kötülüğü ve kusuru gün yüzüne koymak” anlamında kullanılır.

Foya, parıltısını artırmak için elmas taşlarının altlarına konan ışık yansıtıcı ince maden, çoğunlukla gümüş yaprağa verilen isimdir.

Bu deyimin hikâyesi işte buradan doğmuş.

Kuyumcular yaptıkları yüzük, küpe, gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için foya adı verilen bir madde sürerlermiş.

Elmas, yuvasından düşerse, aslında kendi başına parlamadığı, ışıltısını altındaki foyadan aldığı hemen anlaşılırmış zaten.

Bu duruma “Foyası çıkmış” denilirmiş.

Halk arasında yalan söyleyen, sahtekârlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında “Foyası meydana çıktı” şeklinde benzetme yapıldığı malum.

İyi de ülkede o kadar çok yalan söyleyen var ki?

Dolandırıcılık, hırsızlık, üç kağıtçılık gibi olayla gittikçe artıyor.

Ama foyalar meydana çıkmıyor.

Sorun;

Yalan söyleyip foyası görülenlerde mi?

Yoksa;

Bu foyaları görmeyenlerde mi?

BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?

Osmanlı Döneminde;

Pencerenin önünde “Sarı Çiçek” varsa;

“Bu evde hasta var. Bu sokakta gürültü yapma” anlamına gelirmiş.

Şimdiki zamanda değil sarı çiçek, paraşüt assan faydası yok.

Pencerenin önünde “Kırmızı Çiçek” varsa;

“Bu evde gelinlik çağına gelmiş, bekâr kız var, evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme” anlamına geliyormuş.

İki gözüm önüme aksın ki, geçen gün sabah sabah bir kız telefonla konuşarak mahalleden geçiyor.

Ben içeri ki odadan “Kavga var!” diye fırladım geldim cama.

Kız diyor ki telefondakine; “İyi ki bir …n var!”

Yanlış okumadınız, bir kız çocuğu (yaklaşık 18-19 yaşlarında) bu kelimeleri bağıra bağıra söyleyerek bizim sokaktan geçti.

Sen de diyorsun ki:

“Kırmızı çiçek!” ha!

Dönelim Osmanlı’ya.

Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun “Diz izine” bakılırmış.

Dizlere bakmaya gerek yok, ben görmeden söylüyorum:

“Kılmamış!”

Nereden mi bildim?

“İsraf haramdır” denilen bir dinin mensupları olarak yaptığımız 25 bin kişilik camide, tam 15 kişi vardı da ondan.

Kahvenin yanında su gelirmiş.

Şayet misafir toksa önce kahveyi alırmış, aç ise suyu alırmış...

Ona göre ya yemek sofrası hazırlanır, meyve ikram edilirmiş.

Lan! Ne kahveyi alması?

Halk açlıktan kırılıyor.

Alsa alsa suyu alırlar şimdi.

Kapıların üstünde iki tokmak olurmuş.

Biri kalın biri inceymiş.

Gelen kadınsa, kapıyı ince tokmakla vururmuş.

Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açabilirmiş.

Gelen erkekse, kalın tokmakla kapıyı vururmuş.

Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar, ya da kocası açarmış.

Şimdiki zamanda tokmakları çalarlar ve içeri girip tecavüz etmeye kalkarlar.

Hz. Peygamberin 63 yaşında vefatından sebep, 63 yaşını geçmiş büyüklerimiz yaşları sorulduğunda hürmeten “Haddi aştık” derlermiş.

Şimdilerde de haddini aşan o kadar çok ki…

Ama bunların Peygamberimizle alakası yok.

Tamamen edepsizliklerinden…

Cuma namazına esnaf (kuyumcular da dâhil), kapıya kilit vurmadan giderlermiş.

Bazıları gülmekten yürüyemez kanımca.

Tilkiye sormuşlar; “Seni kümese müdür yapsak ne dersin?”

Demiş ki; “Gülmekten söyleyemiyorum…”

Erkekler, eşlerine hediye olarak “Ayna” alırmış.

Bunun anlamı “Sana senden daha güzel verebilecek bir hediye yok…” demekmiş.

Şimdi ise kadınlar o aynayı adamın kafasında paralardı şöyle diyerek;

“Ulan sen benimle dalga mı geçiyorsun? Hani benim tek taş yüzüğüm?”

BAŞA BELA OLAN ŞEY!

İkisi de aç olan bir Aslan’la bir Tilki birlikte ava çıkmış.

Çayırlıkta sakin sakin otlayan bir eşek görmüşler.

Tam dişlerine göre!

Aslan baş tarafına geçmiş, tilki arka tarafına…

Bunun üzerine otlamaya biraz ara veren eşek:

“Anladım beyler”, demiş, “beni yiyeceksiniz. Ama beni yerseniz Padişah’la başınız derde girer.”

“Niyeymiş o?” diye sormuş Aslan.

-“Ben “Padişah’tan Fermanlı Eşeğim de ondan.”

“Hadi canım” demiş Aslan, “Hani ferman’ın nerde?”

“Arka sağ ayağımın altındaki nalımda kazılı vaziyette” demiş eşek.

Aslan uzaktan Tilki’ye işaret ederek:

“Okuyuver lan şunu”, demiş, “bakalım doğru muymuş?”

Tilki uyanık:

-“Valla benim okumam yazmam yok!” demiş.

-“İyi lan, iyi!” demiş Aslan öfkeyle, “çekil kenara, ben kendim okurum…”

Tabii Aslan, eşeğin arka ayağındaki fermanı okumaya çalışırken, eşek öyle bir tekme patlatmış ki Aslan 10 m ileriye düşmüş bütün kemikleri kırılmış halde.

Bunun üzerine, eşekle tek başına baş edemeyeceğini bilen Tilki, hızla uzaklaşırken kendi kendine söyleniyormuş:

-“Ulan bu devirde okumak da başa belâ...