Dünya değişiyor.

Söylentilere göre de yeni dünya düzeni geliyor.

Her ülke bu düzene uymak için elinden geleni yapıyor.

Bizim kendimize göre uyguladığımız demokrasi, başka ülkelerde de farklı uygulanıyor.

Mesela her işimize karışan Avrupa Birliği ülkeleri iktidarımızın muhalefeti sindirme, bitirme ve yok etme planına bırakın karşı gelmeyi, alkışlıyor bile.

Dünya menfaat dünyası olunca, din birliği, inançlar, demokrasi gibi kavramlar göz ardı edilebiliyor.

İşte bunlardan biri dinimizin değişmez ve tartışılmaz kuralı olan “İçki yasağı” deliniyor.

Kim tarafından?

Şeriat ile yönetilen Suudi Arabistan tarafından.

İnanılır gibi değil.

Haber şöyle verildi:

“1952 yılından bu yana uygulanan alkol yasağı gevşetiliyor. Suudi Arabistan hükümeti, 2026 yılına kadar 600 belirlenmiş turistik bölgede alkol yasağını kaldıracak.”

Yahu yıllardır bize “Alkol haramdır içmeyin!” diyerek önümüzü kesen, içenleri cezalandıran ülke, şimdilerde içki yasağını delmeye uğraşıyor.

Sebep?

Turistik bölgeler…!

İşin içine para girince ne yasak kalıyor, ne haram öyle mi?

Bizlere sadece içki içmeyi bırakın;

İçki satılan yerden alışveriş yapmayı,

İçki içilen yerlere gitmeyi de yasaklayan sizler değil miydiniz?

Hani içki parasıyla kazanılan da haramdı?

Ne oldu?

Bu turistlerden gelecek paralar analarının ak sütü gibi helal olacak mı?

Buyurun cevap verin.

Biz laik bir ülke olmamıza rağmen “Nas” ile yönetilirken, şeriat ile yönetilen sizin çıkıp “İçkiyi serbest” bırakmanıza ne diyeceğimi şaşırdım doğrusu.

“Efendim biz sadece turist bölgelerinde serbest bıraktık” deme şansınız yoktur.

Bildiğimize göre orası kutsal topraklardır.

Peygamberin evidir.

Haber şöyle devam ediyor:

“Uygulanacak plana göre, alkol yalnızca turizm odaklı mekânlarla sınırlı tutulacak. Seçili beş yıldızlı otellerde, tatil köylerinde ve lisanslı tesislerde alkol satışı ile tüketimine izin verilecek.”

Bu mekânlara sadece Müslüman olmayanlar mı alınacak?

Alınsa bile içki verirken “Müslüman olup olmadığı mı sorulacak?”

İşin garip bir tarafı daha var.

Bu mekânlarda satılacak içki çeşidinde sınırlama getirilecekmiş.

Yeni uygulama çerçevesinde yalnızca “Şarap ve bira tüketimine izin verilecekmiş...”

Sert alkoller ise “Yasak” statüsünde kalmaya devam edecekmiş.

Haydaa!

Yahu yasak olan, haram edilen içki değil mi?

Yani sarhoş eden her şey yani...

Şarap serbest, bira serbest sert içkiler yasak öyle mi?

Resmen dalga geçmişler bizimle.

Kimse kusura bakmasın.

Birileri çıkıp, “Suudi Arabistan Şeriat ile yönetiliyor filan derse, ağzına kürekle vurmak lazım…”

Peki bu yasak o ülkede nasıl gelmiş?

Onu da yazmışlar haberde.

Okuyun da ibret alın.

Suudi Arabistan’da 1951 yılında Kral Abdulaziz'in oğlu Prens Mishari bin Abdulaziz Al-Suud, Cidde şehrinde bir davette alkollü haldeyken İngiliz Başkonsolos Yardımcısı Cyril Ousman'ı vurmuş.

Konsolos ölünce tepkiler üzerine Kral Abdulaziz, alkolün tamamen yasaklanmasına karar vermiş.

Yani yasaklanması bile tepkiler üzerine anlayacağınız…

Biz Türkler olarak da çok eskilerden beri içki içiyormuşuz zaten.

Hala içiyoruz ya, o başka.

Anlatıda şöyle yazıyor:

“Türkler Şarap içtikleri kadehe ‘Tolu’, ya da ‘Sağrak’ adını verir.”

Dede Korkut Destanında Oğuz Beylerinin Sağrak ile Şarap içtiği şu şekilde anlatılıyormuş.

“Salur Kazan yirinden turmış-idi.

Altun ayak surahiler düzilmiş idi.

Tokuz kara gözlü, hub yüzlü, saçı ardına örilü,  göksi kızıl dügmelü,  elleri bileginden kınalu,  parmakları nigarlu, mahbub kâfir kızları kalın Oğuz biglerine sağrak sürüp içerlerler-idi.

İçüp içüp Ulaş oğlı Salur Kazan’un alnına şarabun itisi çıkdı.

(Seksen yerde büyük kaplar kurulmuştu. Altın kadehler, sürahiler dizilmişti.

Dokuz kara gözlü, güzel yüzlü, saçı ardına örülü, göğsü kızıl düğmeli, elleri bileğinden kınalı, parmakları süslü dilber kâfir kızları Kudretli Oğuz beylerine kadeh sunup, içiyorlardı.)

Kısaca diyor ki:

Oğuz Beyleri Sağrak ile şarap içerlerdi.

Ne var bunda?

Şarap artık Arabistan’da bile yasak değil…

Bu arada benim içkiye güzelleme yaptığım sanılmasın sakın.

Olayın özünü anlatmaya çalışıyorum.

Yoksa ben içki kullanmıyorum, bilesiniz…

PATATES TORBASI

Bir öğrenci öğretmenine sordu:

“Sen çok bilgesin. Her zaman iyi bir ruh halindesin, asla sinirlenmiyorsun. Bana da böyle olmayı öğretir misin?”

Öğretmen kabul etti ve öğrenciden birkaç patates ile şeffaf bir torba getirmesini istedi.

“Eğer birine kızar veya ona karşı kin tutarsan” dedi öğretmen “bir patates al. Bir tarafına kendi adını, diğer tarafına da tartıştığın kişinin adını yaz ve patatesi torbaya koy.”

“Sadece bu mu?” diye sordu öğrenci şaşkınlıkla.

“Hayır” dedi öğretmen, “Torbayı her zaman yanında taşıyacaksın. Ve her sinirlendiğinde, içine yeni bir patates ekleyeceksin.”

Öğrenci dediğini yaptı öğretmeninin.

Zamanla torbası doldu, ağırlaştı ve taşınması zorlaştı.

Eski patatesler çürümeye başladı ve kötü bir koku yayıldı.

Öğrenci öğretmene geldi:

“Artık taşıyamıyorum öğretmenim! Torba çok ağır ve kötü kokuyor. Bana başka bir çözüm sunmalısın!”

Öğretmen cevapladı:

“Aynı şey ruhunda da oluyor. Öfke ve kin, içinde ağırlık yaratır. Başta fark etmezsin, ama zamanla karakterini bozar. Her yeni öfke, yeni bir yük olur. Bundan sonra öfkelenmek istediğinde, gerçekten bu ağırlığı taşımak isteyip istemediğini düşün.”

AH ESKİDEN!

Bu tip eskiyi anlatan yazıları sevdiğimi daha önce de belirtmiştim.

İşte onlardan biri daha.

Okurken eskilere doğru zamanda yolculuk yapıyormuşum gibi geliyor.

Bilmem siz de beğeniyor musunuz?

Ne güzel fakirdik.

Dünyamız küçücüktü.

Televizyon yoktu.

Gazete de her zaman olmazdı.

Öyle güzel fakirdik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç.

Dışarıda kar…

Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.

Kuzinenin üzerinde demir maşa…

Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.

Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu…

Sucuk lükstü.

Yumurta lezzetli.

Ekmek her zaman ekmek gibi…

Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım…

Dışarıda kar…

İçeride kanaat…

İçeride huzur…

Televizyon yoktu.

Gazete de her zaman olmazdı.

Öyle güzel fakirdik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç.

Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.

Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu.

Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar…

Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası…

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi.

Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.

Çay da kokardı…

Domates de…

Küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.

Dışarıda kar…

İçeride huzur…

Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi…

Kimin umurunda…

Ne güzel fakirdik.

Ama mutluluğun resmini çiziyorduk...

KEOPS

“Keops’un Büyük Piramidi, hiçbir tarihçi ya da arkeoloğun açıkça konuşmaya cesaret edemediği bir bilmece barındırıyor.” diye başlamıştı anlatım.

Yazıyı okudum.

Gerçekten matematik kurallarına aykırı bir durum var ortada.

Hesap ortada, piramit ortada.

Hani hoca eve ciğer getirmiş, “Hatun akşama pişir de yiyelim” demiş, gitmiş.

Fakat karısı ciğere dayanamamış ve yemiş.

Akşama Hoca eve gelince ciğer olmadığını görünce sormuş haliyle:

“Hatun! Ciğer nerede?”

Karısı; “Ciğeri kedi yedi” demiş.

Hoca köşede masum masum duran ve kaburgaları sayılacak kadar zayıf kediye şöyle bir bakmış ve karısına;

“Yahu kedi buysa ciğer nerede? Ciğer buysa kedi nerede?” demiş.

Piramitler için de aynı şeyi söylemek mümkün.

Dakikada bir blok konduysa nasıl oldu?

Konmadıysa bu piramit nasıl oldu?

Neyse siz yazıyı okuyun da ne demek istendiğini anlayın ve bana hak verin.

Tüm arkeologlar, piramidin yapısının yaklaşık 2.400.000 adet, 2 ila 70 ton arasında değişen taş bloklardan oluştuğunda hemfikirmiş.

Her bir blok, mutlak bir hassasiyetle yerleştirilmiş.

Piramidin tabanındaki hata payı sadece 1 santimetreymiş.

Kuzey yönündeki sapma ise sadece 1 dereceymiş.

Bugün böyle bir hassasiyet ancak lazerle yönlendirilen inşaat sistemleriyle elde edilebilirmiş ancak.

Ancak Büyük Piramidin yapımındaki bu hassasiyet asıl etkileyici olan şey değilmiş.

Blokların nasıl taşındığı üzerine de durmadan şu soruyu sormak istemişler:

“İnşası ne kadar sürdü?”

Bu soru “Soruların sorusu” olarak kabul ediliyormuş.

Konu tartışmaya açılmış ve sorulmuş:

“Eğer Mısırlı işçiler günde 1 blok kesip taşıyıp yerleştirseydi, Büyük Piramidin yapımı tam olarak (2.400.000 ÷ 365) yıl, yani 6.575 yıl sürerdi.”

Doğru mu?

Doğru.

Peki o zaman:

Buna göre piramidin inşasının yaklaşık M.Ö. 2.500 civarında başladığı tahmin edildiğine göre, inşa sürecinin en az M.Ö. 9.000 yılı civarında başlaması gerektiği anlamına gelir mi?

Gelir.

Oysa arkeologlara göre Büyük Piramit sadece 10 yılda, M.Ö. 2.500 civarında inşa edilmiş.

“Haydaa!” diyeniniz çıkabilir.

Haklısınız.

Peki bu iddia ne anlama geliyormuş?

Piramidin yaklaşık 10 yılda tamamlanabilmesi için, resmi arkeoloji öğretisine göre, işlerin sadece gündüz, yani günde 10 saat sürdüğü düşünülürse;

Her bir bloğun 1 dakikadan daha kısa sürede kesilip, taşınıp yerleştirilmesi gerekirmiş.

Yani dakikada yaklaşık 1 blok.

Hesaba göre;

(1 blok × 60 dakika × 10 saat × 365 gün × 10 yıl) = 2.190.000 blok eder.

Hesap doğru.

Dakikada 1 blok ile 10 yıl sürüyor.

Hani baştan denmişti ya, bu blokların tanesi 2 ila 70 ton.

Bunu da unutmamak gerek.

Şöyle düşünün:

Bakır gibi yumuşak aletlere sahip,

O dönemde tekerleği bile bilmeyen bir grup işçi,

2 ila 70 ton arası taş blokları kesecek, Makaralar ve rampalarla bilmem kaç metreye taşıyacak,

Ve bunları her dakikada yerine yerleştirecek?

Hayal edebiliyor musunuz?

Bu yazıyı yazan şöyle belirtmiş düşüncesini:

“Ben şahsen zorlanıyorum.”

Büyük Piramit’in, keşfedildiği bölgede yaşayan insanlar tarafından inşa edildiği kesin.

Ancak, yapım zamanı ve hatta yapımcılarının kim olduğu hakkında çoğu insanın inandığı şeyler muhtemelen doğru değil…