Bayram geldi geçti.

Ancak eski tadı yoktu sanki.

Kapıya el öpmeye gelen çocuklar yoktu mesela.

Akraba ziyaretleri seyrekti.

Bunun gibi birçok adet yok oldu gitti.

İnsanlar yaşam şartlarına uyarak sadece kendilerini düşünmeye, toplum için ise bir şeyler yapmamaya başladı.

“Bananecilik” ön plana çıktı.

Egoistlik yayıldı.

Benden sonrası tufan şekline dönüştü.

Milliyetçilik ruhu yok oldu.

Din insanlarının saçma davranışları yüzünden, insanların dinden uzaklaşmasına sebep oldular.

Çoğu genç yurtdışına çıkmayı hedefliyor.

Gelecekten umudu kesmişler.

Dünyada böyle bir akım var elbet.

Her millet kendi çapında şaşırmış durumda.

Kimsenin, kimseyi görecek hali yok.

Kendi dertleri ile uğraşan devletlerin, yapılan katliamlara bile sesini çıkaracak halleri kalmamış.

Bazı bilim-kurgu filmlerinde gördüğümüz üzere galiba dünyayı mahvetmemize çok bir şey kalmadı.

Sonumuz yakın gibi.

Bırakın kaçacak yerimiz de yok.

Mars’a gidecek Astronotumuz var ama gidecek aracımız yok.

Bu ramazanımızı da Mars’a gitmeye hazırlanmak yerine, sakızın orucumuzu bozup bozmaması ile geçirdik.

İktidarımız da maşallah,

“Muhalefetsiz demokrasi” peşinde.

Artık nasıl olacaksa?

FIKRALAR

Pazartesi günü bayram olunca fıkralar güme gitti sanmayın.

En azından yüzünüzü biraz güldürecek, biraz gülümsetecek birkaç fıkra yazmak istedim.

Buyrun selametle okuyun.

Uzun bir süre ortadan kaybolan dervişi, yolculuk dönüşü Harun Reşit huzuruna çağırtıp sormuş:

-“Dört aydır kayıpsın. Nereye gittin, nereden geldin?”

-“Cehennemden geliyorum ya Harun Reşit.”

-“Ne işin vardı cehennemde?”

-“Ateş lâzım olduydu, ateş almaya gittim.”

-“Peki aldın mı?”

-“Hayır efendim alamadım. Verecek ateş olmazmış orada. Cehennem bekçilerinin dediğine göre herkes ateşini dünyadan kendisi getirirmiş!”

Kadının biri Kanuni Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkmış, evinin soyulduğunu söyleyip hırsızın yakalanmasını istemiş.

Padişah son noktayı koymasını beklemeden kadının sözünü kesmiş:

-“Bre kadın, bu nasıl uyku ki evin soyuluyor da ruhun bile duymuyor?”

Kadın yutkunmuş ve diyeceğini demiş:

-“Biz sizi uyanık bilirdik. Yoksa bu kadar derin uyur muyduk?”

Hitler, öteki dünyanın ileri gelenlerine yalvarıp yakararak bu dünyayı bir haftalığına görme izni koparmış.

Ama geldiğinin ertesi günü haber göndermiş.

-“Beni hemen geri aldırın!”

Aldırmışlar.

-“O kadar yalvarıp yakardın. Bir haftalığına gitmek için. Ne diye hemen geri döndün?”

-“Almanlar ticarete, Yahudiler savaşa başlamış.”

Kör bir adamın gece karanlığında çeşmeden testisini doldurup elinde feneri ile evine döndüğünü gören münasebetsiz gülmeye başlamış: “Yahu sen kör bir adamsın. Ha gece olmuş, ha gündüz; senin için ne fark eder? Elindeki bu fenerin anlamı ne? Sana ne faydası var?”

Kör adam “Be hey geveze...” diye başlayıp açıklamış: “Ben bu feneri kendim için taşımıyorum. Senin gibi bakıp da görmeyenler için taşıyorum!”

Ağa, kâhyası ile birlikte şehre gidiyormuş, yoldaki taze tezeği görünce aklına muziplik yapmak gelmiş ve:

“Oğlum Ahmet, şu tezeği görüyor musun? Onu yersen bu araba senin olur” demiş.

Tezeği bir güzel yiyen kâhya Ahmet, arabanın sahibi olmuş.

Arabayı kaptıran ağanın da yaptığı enayiliğe iyice canı sıkılmış.

Bunu fark eden kâhya dönüş yolunda ağasına seslenmiş; “Ağam” demiş, “Şu yerdeki tezeği yersen araba yine senin olur.”

Ağa hemen yere atlamış ve kâhyasının yaptığı gibi tezeği yemiş, sonra da kahyasına dönüp sormuş:

“Yahu Ahmet! Yola çıkarken bu araba benimdi. Şimdi dönüyoruz gene benim. Peki biz b.ku niye yedik?”

Roma İmparatoru Sezar bir okulu teftiş ederken oğluna tıpatıp benzeyen bir öğrenciye rastlamış ve öğrenciye sorar:

“Senin adın ne? Sen nerelisin?”

Öğrenci:

“Adım Mario, Milanolu’yum efendim” diye cevap vermiş.

Sezar; “Peki yavrum, senin annen hiç Roma’ya gelir mi?”

Öğrenci:

“Hayır efendim, annem Roma’ya hiç gelmez, ama babam sık sık gelir” diye cevap vermiş.

Bir kıtlık zamanıymış.

Hoca'nın yolu bir köye düşmüş.

Öğle de olmak üzereymiş.

Köylüler Hoca'yı köy odasına davet etmişler.

Bir zaman sonra, köy odasına çocuklardan biri girip biri çıkmaya başlamış.

Ellerinde de türlü türlü yemekler varmış. Hoca bunları hayretle izlemeye başlamış.

Derken çabucak sofralar kurulmuş.

Büyük küçük herkes sofraların başına geçmiş. Hocayı da sofraya çağırmışlar.

Çeşitli yemekler, börekler, hoşaflar, tatlılar ikram etmişler. Hoca, hayretler içinde kalmış. Bir ara dayanamayıp: “Allah bereketinizi artırsın!” demiş, “Burası meğer ne bolluk yermiş! Bizim oralarda ise halk, açlıktan kırılıyor.”

Sofradaki köylülerden biri:

“İlahi Hoca...” demiş. “Sen bayram, seyran nedir bilmez misin? Bugün bayram! Onun için herkes karınca kararınca azığını ortaya döktü. Bolluğun sebebi budur!”

Hoca, bir süre düşündükten sonra:

“Ah, ah hemşehrim!...” demiş. “Keşke her gün bayram olsa! Olsa da şu ümmet-i Muhammed yiyecek darlığı çekmese…”

YAŞLI BABA

Son yıllarda ortala yaşın yükselmesi ile yaşlı anne ve babaların bakımları söz konusu oldu.

Ama evde, ama yurtlarda, ama bakım evlerinde bu süreci geçirmek oldukça problemli.

Hem çocuklar hem de anne ve babalar için sıkıntılı bir süreç yaşanıyor.

Herkes bir bakıcı arayıp duruyor.

Bunu fırsat bilenler, yurt dışından gelenler fahiş fiyat uygulamalarıyla yardımcı oluyorlar.

İşte bu duruma uygun bir hikâye buldum.

Okuyun derim.

İhtiyar bir adamdı.

İhtiyaçlarını karşılayabilmek için kendisine bakabilecek biri gerekti.

Ona bakabilecek sadece oğlu vardı.

Oğlu da evliydi ve bir çocuğu vardı.

Ama hanımı kayınbabasına bakamayacağını ısrarla söyleyip duruyordu kocasına.

Kocası yuvasının dağılmaması için fazla sert çıkmıyordu eşine.

Ama ihtiyar adam ihtiyaçlarını bir türlü karşılayamıyor gelini tarafından sürekli azarlanıyordu.

Gelini “Nerden geldin be adam! Çek git evimizden!” gibi sözler söylüyordu.

Bir gün yaşlı adam gece yatağını ıslatınca, sabah kalktığında yine gelininin azizliğine uğrayıp, aşırı bir şekilde azarlanır.

Gelin dayanamaz ve kocasına “Ya o, ya biz” der.

Adam ne yapacağını şaşırır.

Sonunda karısının söylenmelerine daha fazla dayanamayıp babasını çatısı akan, eski, yıkılmak üzere olan bir gecekonduya getirir.

Babasına, artık burada kalacağını ve kendisini de ziyarete geleceğini söyleyerek orada bırakır.

Babasının son sözlerini bile dinlemeden çıkar gider oradan…

Biraz yol yürüdükten sonra yanındaki küçük oğlu; “Baba sen büyüyüp dede olduğunda ben de seni buraya mı bırakacağım?” diye sorar.

Adam adeta beyninden vurulmuşa döner .ve hemen babasının yanına gelir.

Babasından af diler ona kendisini affetmesi için yalvarır.

Babası; “Biliyordum oğlum! Biliyordum dönüp geleceğini. Ben babamı terk etmedim ki sen terk edesin…”

Zor bir durum değil i?

Bu durumda olanlara Allah yardım etsin, gerçekten zor bir durum…

TOPUK KIRAN

18 Mart’ı yeni kutladık.

O günün deniz ve kara savaşlarının korkunçluğunu anlatan bir çok anlatım dinledik okuduk.

İşte bunlardan bir de “Zehirli Çiviler” veya “Topuk Kıranlar…”

Tarihin en kanlı savaşlarından birisi olan Çanakkale Savaşları’nda, İngiliz ve Fransızların Türk askerinin üzerine attıkları zehirli çiviler seneler sonra bile görenleri dehşete düşürüyor.

4 tarafı sivri, yere düştüğünde her zaman sivri tarafı üstte kalan zehirli çiviler, harp meydanında binlerce Türk askerine zarar vermiş.

Bunlarla ilgili Alan Kılavuzları ve Çanakkale Şehitlerine Vefa Derneği Başkanı Ertekin Köse bu konuda şunları anlatmış: “Zehir sürüldüğü de iddia edilen bu çivilerin, dünya savaş suçlarına örnek gösterilebilir” demiş.

Eceabat ilçesine bağlı Kilitbahir köyündeki Namazgâh tabyasında 102 yıl önceki Çanakkale Savaşları sırasında itilaf devletlerinin dev savaş gemilerinden ve savaş uçaklarından atılan “Topuk kıran” adı verilen 4 tarafı sivri yıldız çiviler, görenlere savaşın dehşetini bir kez daha hatırlattı.

Dört tarafı sivri, uçları balık oltasına benzer bir şekilde imal edilen bu çiviler, yere nasıl düşerse düşsün sivri tarafı hep üstte kalacak şekilde duruyor.

Türk askerinin yürüyüş yollarına atılan bu çiviler, gece karanlığında fark edilmediğinden, askere büyük zayiat verdirmiş.

Ayakkabıdan kolayca geçen bu çiviler, askerlerin topuk kemiklerini kırarak yaralamış.

Ameliyatsız çıkarılması imkansız olan bu çiviler kangrene de sebebiyet vermiş.

Ertekin Köse, İngiliz ve Fransızların savaş suçu sayılabilecek bu çivilerin uçaklardan askerlerimizin yürüyüş yoluna attıldıklarını ifade ederek, “Üçgen çengel, Topuk kıran, Yıldız çivi” gibi birkaç isimle ifade edildiklerini de belirtmişti.

“Üzerine bastığınız zaman balık oltası gibi olduğu için ayağınıza battığında tıbbi müdahale olmadan çıkarılması mümkün değil. Eğer çok güçlü ayakkabınız yoksa ve çarıkla geziyorsanız hem sizin, hem atlarınızın, katırlarınızın, merkeplerinizin savaş dışı kalmasına sebep oluyordu. Bunların üzerine zehir sürüldüğü de iddia ediliyor. Bunlara ‘Topuk kıran’, ‘Yıldız çivi’ deniyor. Tabii bunlar genelde yürüyüş yollarına atılıyor. Gece yürüyorsunuz ya da yaralı taşıyorsunuz, ne zaman bunlarla karşılaşacağınız belli değil. Savaştan sonraki yıllarda bile yıllarca çift süren bölgede yaşayan insanlarımızın traktörlerine batmıştır. Çiftçilerin ayaklarına batmıştır. Bu bir dünya savaş suçlarına örneklerinden bir tanesidir” diyerek çivilerin verdiği zararın boyutlarına dikkat çekmişti.

Gemilerden atılan mermilerde de benzer hasara sebebiyet verecek şarapnel parçalarının kullanıldığını söyleyen Köse, Mermi başlarının 38’lik olduğunu ve 870 kilo yaklaşık ağırlığında olduğunu açıkladı.

“İngiliz, Fransız gemilerinden atılan dev mermilerden bir tanesi kalelere ve tabyalara düştüğü zaman büyük hasar açıyor.” Diye ifadelerde bulunmuştu.

Bu topların patladığı zaman şarapnel parçalarının etrafa dağıldığını, içinde yumurta ve ceviz büyüklüğünde farklı ebatlarda demirler bulunduğunu anlatmıştı.

Çanakkale’de su şişesi ebadından, insan boyuna kadar mermi kullanıldığından bahseden Köse, “Mesela Münim Mustafa diye bir komutanımız vardı. 6 Ağustos 10 Ağustos arasındaki bombardımanlarında Zığındere’ye 50 bin civarında farklı ebatlarda top mermisi atıldığından bahsetmişti” şeklinde anlatmıştı.

Mehmet Akif ne diyor İstiklal Marşı’mızda?

Garbın afakını sarmışsa

Çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi

Serhaddim var.

Ulusun, korkma!

Nasıl böyle bir imanı boğar,

“Medeniyet” dediğin

Tek dişi kalmış canavar?

Medeniyeti tekellerine almış olanların attığı bu topuk kıranlar, savaş suçu sayılıyor.

Peki bu suçu kim yargılayacak?

Hiç kimse.

Çünkü onlar Medeni, biz ise Barbar öyle mi?

Bizim topraklarımıza var gücü ile saldıracaklar,

Her türlü savaş hilesi kullanacaklar,

Suç sayılacak şeylere tevessül edecekler,

Sonra da bize “Barbar” diyecekler…

Bunların yatacak yeri yok.

İşlerine geldiler mi?

“Medeni”,

Çıkarlarına karşı gelindi mi?

“Barbar…!”

Rahmetli Erbakan’ın sözü vardı bunlara söylenecek;

“Hadi oradan!”