Bizim gibi deniz kenarında olan şehirlerde balık kültürü biraz farklıdır.
Bunların en belirgini ise balığın yanında helva yenmesidir.
Son zamanlarda lokantalarda balık sonrası önünüze gelen limonlu helvanın, toprak kapta ateş ile birleşmesi ile ortaya çıkan lezzet tartışılmaz.
Hele ki Çanakkale’mizde helvanın meşhur olup, markalaşmış olması bu kültüre dayanak sağlar.
Bayramiç’in meşhur helvası tatmaya değer.
Lokal milliyetçilik yapmak gerekirse, ülkenin en ünlü markası bizimkilerin yanında “Fos” çıkar.
Denemesi bedava.
Alın ikisini, koyun yan yana, birinin daha tatlı olduğunu, bizimkinin ise doğal tatta olduğunu hemen anlarsınız.
Yalı Camii karşısında açılan iki helvacı şehrimize gerçekten büyük renk kattı.
En azından tanıtım açısından “Çanakkale’de sadece Peynir Helvası değil, tahin helvası da meşhurmuş” dedirttiler.
BU işleri çok daha önceden yapmak gerekirdi de neyse.
Ezine Peynirimizden sonra, inşallah sıra helvamıza gelmiştir.
Biz dönelim başa;
Balık yanında neden helva yendiği konusuna.
Sosyal medyadan buldum bu yazıyı.
Hemen size aktarmak istedim.
Şunun için;
Gerçekten bir faydası var mı?
Yoksa ağız tatlansın diye mi yeniliyor?
İşte size cevabı.
Balığın yanında tahin helvası tüketimi, uzun zamandır bir gelenek olarak bilinir. Ancak pek çok kişi bunun nedenini bilmiyor.
Balığın üzerine helva yemek bakın ne işe yarıyor…
Balık mevsiminin açılmasıyla birlikte tezgâhlarda renk cümbüşü yaşanıyor.
İri iri lüferler, minik hamsiler ve her biri lezzet şöleni sunan balık çeşitleri, sofralarımızı süslüyor.
Türk mutfağının vazgeçilmez lezzetlerinden biri olan balık, sağlık deposu olma özelliğiyle de öne çıkıyor.
Halk arasında en çok sorulan sorulardan biri de “Balığın yanında ne yenir?” sorusu.
Cevabını hepiniz biliyorsunuzdur:
Tahin helvası.
Balık restoranlarında yemekten sonra helva servisi yapılmasının özel bir sebebi var.
Halk arasında sıkça duyulan “Balıktan sonra helva yiyin ki, balık öldüğünü anlasın” şakasının ardında yatan gerçek, sağlıklı bir dengenin korunmasıyla ilgili.
İşte balıktan sonra helva yenmesinin sebebi…
Balıktan sonra neden helva yenir?
Denizde biriken kirlilikler nedeniyle balıkların içinde ağır metaller bulunabilir.
İşte burada devreye giren helva, vücuda geçen ağır metalleri temizleyerek zehri atmaya yardımcı olur.
Aynı zamanda vücudun fosfor miktarını dengeleyerek mide asidini düzenler.
Balık tüketimi sonrası halsizlik veya şişkinlik hissi yaşanabilir.
Bu durumda kan şekerinin düştüğü düşünülebilir.
İşte helva, düşük kan şekeri seviyelerini yükselterek normale dönmeyi sağlar.
Sindirimi düzenleyerek mideyi rahatlatır ve vücuda hızlı bir enerji sağlar.
Balık ve helva ikilisi, sağlık sorunlarını çözmek ve vücudu dengelemek için pratik bir çözüm sunar.
Şimdi siz de balık ziyafetlerinizin ardından bir kaşık helva ile sağlığınıza katkı sağlayabilirsiniz.
Bütçeniz el verdiği kadarıyla balık-helva ikilisini ihmal etmeyin…
YENİ NESİL
Şimdiki nesile dikkat ettiniz mi?
Dünya bu gençlerin umurunda değil.
Bunlar resmen sanal bir dünyada yaşıyor.
Leyla gibi dolaşıyorlar aramızda.
Çalışmadan, etmeden bedava paranın peşindeler.
Bahis oyunları, sanal satışlar filan.
Dertleri hep bunlar.
Hiç birinin çalışmaya niyeti yok.
Allah sonumuzu hayır etsin demekten başka bir şey gelmiyor aklıma.
Hani iktidara sesleneceğim ama onların da umurunda değil.
23 senede 50 defa eğitim sistemini değiştirdiklerinden, çocuklar da ne yapacağını şaşırdı.
İktidar sayesinde böyle bir nesil yetişti.
Gelelim biz yazımıza.
Bu anlatılan hikâye bize bu neslin ne düşündüğünü daha iyi anlatıyor sanki.
Bir Meksika sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı işadamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla konuşur.
Kayığın içinde, henüz tutulmuş birkaç tonbalığı bulunmaktadır.
Amerikalı iş adamı balıkların iriliğinden dolayı balıkçıyı över ve bu birkaç balığı ne kadar zamanda yakaladığını sorar.
Balıkçı, “Fazla sürmedi, senyör” der.
Amerikalı hayretle sorar:
-“Öyleyse neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?”
-“Bu kadarı bugünlük aileme yeter.”
-“Peki”, der Amerikalı iş adamı, “Geri kalan zamanın nasıl dolduruyorsun?”
-“Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla bir şeyler yiyip içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz senyör.”
Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.
-“Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir” der, “Her şeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.”
Balıkçı hayretle sorar:
-“Niçin senyör?”
-“Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.”
-“Sonra senyör?”
-“Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.”
-“Sonra senyör?”
-“Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.”
-“Sonra senyör?”
-“Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.”
-“Sonra senyör?”
-“Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.”
-“Sonra senyör?”
-“Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. Bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.”
-“Sonra senyör?”
-“Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.”
-“Sonra senyör?”
-“Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla bir şeyler yiyip içer gitar çalarsın.”
-“Ben bunları yapıyorum zaten senyör!..”
Gençler bu sebeple çalışmıyor olabilir mi?
ÖLÜ AT TEORİSİ
Bir Kızılderili atasözü şöyle der:
“Eğer ölü bir ata bindiğini fark edersen, yapman gereken en iyi şey inmek olur.”
“Ölü at teorisi”, mizahi bir metaforla başarısızlığa mahkûm projelere insanların ve organizasyonların neden hâlâ sıkı sıkıya tutunduğunu açıklar.
Kaçınılmazı kabul edip vazgeçmek yerine, çoğu kişi boşuna çaba harcamayı tercih eder:
Biniciyi değiştirmek,
Daha sağlam bir kırbaç satın almak ya da
Hayvanı faydasız çabalarla diriltmeye çalışmak gibi.
İş dünyasında, bu metafor özellikle değişime direnç konusunda anlam kazanır.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Kodak’tır.
Uzun yıllar boyunca fotoğrafçılığın tartışmasız lideri olan Kodak, dijital teknolojinin hızla yükselişine rağmen geleneksel film formatına tutunmaya devam etti.
Dijital devrimin kendi iş modelini tamamen değiştiremeyeceğine inanarak, çağın gerekliliklerine uyum sağlamakta gecikti ve artık geçerliliğini yitirmiş stratejisini sürdürmekte ısrar etti.
Bu stratejik körlük, şirketin 2012’de iflasına yol açtı.
Bu hikâye, miadı dolmuş bir modele tutunmanın felakete sürükleyebileceğini güçlü bir şekilde hatırlatıyor.
Asıl mesele, ne zaman attan inmek gerektiğini bilmek ve değişimi kucaklamak.
Çünkü çoğu zaman hayatta kalmanın ve yenilenmenin anahtarı budur.
Bizim de ülke olarak sanki artık attan inme zamanımız geldi.
Ne dersiniz?
GEÇMİŞE YOLCULUK
Biraz nostalji yapmak iyidir derim ben.
Bu sebeple sizleri ışık hızıyla geçmişe götürecek bir yok buldum.
Yaşı benimle aynı olanların yolculuk edecekleri o yol;
Müzik kutuları vardı eskiden...
İçinde her saatbaşı çıkıp öten kuşlar bulunan guguklu saatler vardı...
Arkası kuşlu aynalar vardı...
Pirinç başlı karyolalar...
Kanaviçeli karyola örtüleri...
İşlemeli saten yorganlar...
Çamaşır çekmecelerinde lavanta keseleri...
Bir yastıkta kocamalar...
Kitaplıklı çekyatlar...
Oymalı büfeler...
Vitrinler...
Ansiklopediler...
Danteller...
Duvarlarda siyah-beyaz dede, aile fotoğrafları...
Küpeli arap kızları...
Ağlayan erkek çocuk resmi...
İğnelikler...
Şahmaranlar...
Altınvarak taş aynalar...
Saatli maarif takvimleri...
Makrameler...
Komşular...
Toplaşıp yaprak saran kadınlar...
Annem biraz tuz istiyor'lar...
Evdeyseniz akşam size geleceğiz'ler...
Misafir odaları...
Misafir kolonyaları...
Misafir şekerleri...
Misafir tepsileri...
Misafir sigaraları...
Misafir seccadeleri…
Başköşeler...
Berjer koltuklar...
Zigon sehpalar...
Aslanayaklı masalar...
Televizyon örtüleri...
Likör bardakları...
Bardağın üzerine ters koyunca artık içmeyeceğim demek olan çay kaşıkları...
Devetabanları...
Aşksarmaşıkları...
Pembe tüyden ponponlu nişanlı kız terlikleri…
Misafir terlikleri...
Gramofonlar...
Eski yeşil lambalı radyolar...
Pikaplar...
Plâklar...
Kasetler...
Ümit Tokcan...
Samime Sanay...
Badem şekerleri...
Horoz şekerleri...
İki bisküvi arası lokumlar...
Leblebi tozları...
Cıncık da dediğimiz rengarenk cam misketler...
Topaçlar...
Yakantoplar...
Bahçelerde dut ziyafetleri...
Ballı hanımeli çiçekleri...
Ihlamurlar...
Asmalar...
Akşamsefaları...
Kasımpatılar...
At arabaları...
Faytonlar...
Yoğurtçular...
Bozacılar…
Sütçüler…
Bayramlık kırmızı ayakkabılar...
Bayram harçlıkları...
Ev baklavaları...
Kuzine sobaları...
Közde pişmiş patatesler...
Sobaların üzerinde kestaneler, portakal, elma kabukları...
Köstekli saatler...
Kumaş mendiller...
Basma entariler...
Espadriller...
Tokyo terlikler...
“Arkadaş olabilir miyiz?” ler...
Manitalar...
Karasevdalar...
Karasevdadan ince hastalıklar... İncelikler...
Sonuna rujlu dudaklarla öpücük kondurulan, gözyaşlarıyla mürekkebi dağılmış aşk mektupları...
Sevgiliye “Siz” denilen günler...
Gül kokan güller...
İçi gülen gözler...
Kızaran yüzler...
Hatıra defterleri...
“Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma” lar...
Unutmabeni çiçekleri...
Kitapların arasında kurutulan hatıra çiçekler...
Tebrik kartları...
Kartpostal koleksiyonları...
Pul defterleri...
Çiçekli çinko tabaklar...
Çivit mavisi çaydanlıklar...
Semaverler...
İnce belli bardaklar...
Tavşankanı çaylar...
Anne kekleri...
Gelincik, Bahar, Yeni harman sigaraları...
Çizgi romanlar...
Parmağını kesip kankardeşi olmalar...
Fotoromanlar...
Gırgır...
Doğan Kardeş...
Yazlık sinemalar...
Uçurtmalar...
Zillere basıp kaçan çocuklar...
Bayramlarda şeker toplayan çocuklar... Seksek oynayan çocuklar...
Çöpçü olmayı hayal eden çocuklar...
Masalcı neneler...
Bilge dedeler...
Defterlerde kenar süsleri...
İyilik perileri... "Göğe bakma durakları"...
"Geyikli geceler"...
Haydarpaşa'da trenler...
Tahta bavullar…
Azıklar...
Kavuşmalar...
Gidenin ardından “Sallanan eller”…
Bunları hatırladınız mı?
Geçmişe yolculuk yaptınız o halde.