Hatırlarsanız geçen hafta börekçi açma çabalarımıza iç mimar ile başlamıştık.Mimar hanım gelip bize yapacaklarını sıralayınca donup kalmıştık.
Ben “Kaç para gidecek” sorusunun karşılığını bir türlü alamadım hanımefendiden.
Onun peşindeyim.
Gülay ve annem istikrarlı bir şekilde börekçilik konusunda araştırmalarını da sürdürüyorlar bu sırada.
Kolay değil, nihayetinde “Su böreği” yapılacaktı.
Hazır makinesi var mı diye araştırmadılar değil hani.
Sani tipi denilen hamuru açma, pişirme ve serme şekli varmış ama bizimkiler illa “Elimizle açacağız ve pişireceğiz” şeklinde ısrar durumundalar.
Mutfak malzemesi bakmak için gittikleri çarşıdan gözleri faltaşı gibi açılmış halde döndüler.
Öylesine pahalıymış ki alacakları, kekeleyerek cevapladılar sorularımı neredeyse.
Çelik malzeme konusu takıntı olunca, ülkenin durumundan dolayı pahalılık söz konusu olunca, harcayacak para da olmayınca insan dumura uğrama tehlikesiyle karşılaşıyor haliyle.
İnsanın yüzünde pembe kabarcıklar neden çıkar?
Düşünmekten.
Neden “Zona” olur?
Stresten.
Hah işte onların hepsi bende oluşmaya başladı.
Her yanım şişti, kabarcıklar vücudumda kamp kurdu.
Bu börekçi işi sonucunda gözüme uyku da girmez oldu.
Bizim kızlar rahat, “Olur ya merak etme” şeklinde sürekli relaks durumundalar.
Neyse sadete gelelim.
Bizim mimar elinde raporla ve çizimler le geldi, oturduk benim kahveye.
Kadın anlattıkça anlatıyor, çizdikçe çiziyor, tarif ettikçe ediyor.
Gözlerim artık onları görmüyor benim, çizdiği her çizginin bize maliyetini hesaplıyorum.
“On çizgi olsa, 5 bin liradan şu eder…”
“Şu yuvarlakların tanesi en az on bin vardır. On bin çarpı 12…”
Hesabıma göre kadın bizden hizmet bedeli olarak 400 bin götürecek belli.
Nihayetinde malzeme dahil 1 milyon 320 bin istedi.
O da haklı canım, o kadar okumuş, çalışmış, bize hizmet veriyor.
Ben bayılacakmışım neredeyse.
Su filan vermişler.
Kadına da “O çok hastaydı, yoruldu herhalde” diyerek çaktırmamışlar.
Vereceğimiz para sadece üst tezgâh ile 4 tane masa, sandalye parasıydı.
Kısaca hesapladım diğer masraflarla buraya harcayacağımız parayı çıkarmak için en az 14 ton börek satmamız lazımdı.
Bacağımda yeni bir zona ordusu mu oluştu ne?
RAMAZAN GELDİ
12 ayın sultanı denilen Ramazan ayı geldi.
Allah oruçlarınızı kabul etsin.
Amin.
Faziletlerinden bahsetmeye gerek var mı bilmem.
Ancak hala bilmeyenler vardır elbet.
Orucun manen faydalı olabilmesi için, beden ve ruh ahengi içinde tutulması gerektiği bilinir.
Şöyle yazıyor;
“Yani maddi beden oruç tutarken kalp, nefis ve diğer azalar da oruç tutmalı, her türlü haram ve mekruhtan uzak durmalıdır.”
“Oruçtan maksat da zaten manen yükselerek, Allah’ın emir ve yasakları karşısında hassasiyet kazanmaktır.”
Bu açıklamanın peşine şöyle diyor:
“Bu sebeple oruçlunun;
Yalan, iftira, gıybet, söz taşıma gibi davranışlardan, küfür ve lânet gibi kötü sözlerden, kavgadan, her türlü kötü fiil ve günahtan şiddetle sakınması gerekir.”
“Oruç arzu edildiği şekilde tutulmadığında insan, borcunu ödemekle birlikte, orucun manevi kemâl ve faziletinden mahrum kalmaktadır.”
Hani bazılarınız ben ramazan boyunca 30 gün tuttum diyor ya; Henüz belli değil anlayacağınız.
Orucun asıl hedefi, “Allah’a karşı kulluk vazifesini yerine getirmek, nefsi terbiye ederek takvaya ulaştırmak, ferdi ve toplumu geliştirmek suretiyle Allah’ın razı olacağı huzurlu bir ortam meydana getirmektir.”
Okuduğum açıklamada bu sözlerin kimi hedef aldığı ortadadır.
O muhatapları iyi okusunlar ve hareketlerine dikkat etsinler.
MANİLER
Ramazan gelir de manisiz olur mu?
İşte birkaç örnek.
Ramazan geldi hoş geldi
Evlere şenlik geldi
Dün herkes oruç idi
İftar yemeği yendi.
Deniz suyu serindir
Damla gibi derindir
Bir tek hurma da olsa
Bir mü'mini sevindir.
Ezanlar hep okundu
İftarlığım lokumdu
Aç karnına çok yedim
Bana biraz dokundu.
Fırın üstünde kürek
Gene sızladı yürek
Her yerde dayanır da
Bal'a dayanmaz yürek.
Nerden geçti aklıma
Kadayıfla baklava
Aç gözlü olma diye
Annem vurdu oklava.
Hoşafın suyu boldur
Bir kepçe daha doldur
Sahura köfte varmış
Ne olur erken kaldır.
Geldi Ramazan ayı
Yendi temcit pilavı
Akşam iftardan sonra
İçelim demli çayı.
Bak geldi etli dolma
Çok yiyip göbek salma
Üstüne bir kahve iç
Sohbetten geri kalma.
Okudum yazar oldum
Davette gezer oldum
Her gün börek istiyor
Nefsime kızar oldum.
TEMCİT PİLAVI
“Sahurda ısıtılıp tüketilen bir yemek” olarak bilinen temcit pilavının hikâyesi şöyleymiş.
Sahur vaktinde camilerden yükselen bir dua varmış.
Bu duanın adı “Temcit duasıymış.”
Temcit duasını duyan kişiler uykudan uyanır, iftardan kalan yemekleri ve pilavı ısıtır sahur yaparlarmış.
Sık sık aynı şeyler tekrarlandığı için, dilimize “Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne koymak” deyimi eklenmiş.
Aynı konunun sürekli tekrarlanması ve konuşulması durumunda kişiler bahsi geçen deyimi kullanıyor.
Kişiler sıkıldıkları durumu dile getirmek için “Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önüme koyma!” şeklinde de konuşabiliyor.
Rahmetli dedem çok severdi sahurda pilav yemeyi.
Anneannem her gece erkenden kalkıp taze taze, sıcacık pilav yapardı.
Anlayacağınız evde “Temcit pilavı” olmazdı.
Pilav hep taze olurdu.
Madem konu pilavdan açıldı şu hikâyeyi de yazmadan geçmeyeyim bari.
II. Bayezid zamanında Edirne Bayezid Külliyesi’nin aşçılarından biri olan Yahya Baba'nın hikayesi bu.
Yahya Baba, II. Bayezid Han zamanında, Edirne Bayezid Külliyesi’nin aşçılarından birisiymiş.
Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirirken onun ihtisas alanı pilavmış.
Mübarek işe girişti mi, ibadet ediyor sanılırmış.
Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritirmiş.
Tuzunu Besmele ile suyunu Fatihalarla salarmış.
Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah’tan bereket arzularmış...
Onun pilavı herkese yeter, hatta artarmış. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tunca Nehrine atınca balıklar onun geleceği saati bilir, köprübaşında toplanırlarmış.
Kilerci, bakmış ki pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlamış.
Ama Yahya Baba bir kere bile “Bu pirinç yeter mi?” demezmiş.
Kilerci şaşkınlık içindedir.
Her gün pirinç miktarını biraz daha kıstığı halde pilav azalmaz, aksine çoğalırmış.
Yine herkes doyar, Tunca’nın balıkları bile nasibini alırlarmış.
Kilerci, bu durum karşısında izah edecek tek kelime bulmuş kendince:
“Bu bir keramettir!”
Bir çok kere denemiş ve emin olunca Padişah’a çıkmış:
“Bu Yahya Baba boş bir adam değil Sultanım der, hâlbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz.”
Bayezid-i Veli gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister.
Kilerci ile bir plan yaparlar.
O gün Yahya Baba’ya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir.
O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabi’nden Halil İbrahim bereketi diler.
Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz.
Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tunca’nın yolunu tutar.
Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar:
-“Ne oluyor bre!” Der. “Yoksa devlet malını israf mı edersin?”
Artık sırrı ifşa olmuştur...
Yahya Baba tutulur kalır.
Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp;
“Ayıp olmuyor mu Sultanım!” derler. “Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?”
Yahya Baba öylesine mahcup olur ki, anlatılamaz.
Utancından secdeye kapanır, Allah’a sığınır.
Bayezid-i Veli onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola.
Çünkü sırrı ifşa olmuştur.
Mübarek çoktan ruhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana...
Hisse şudur;
Her işin bereketini bilmek gerek.
Şükretmek her insana yaraşır.
Ancak birileri devlet malı götürürken şükretmek de pek hayırlı değildir sanırım…
RAMAZAN HİKÂYESİ
Ramazan ayı kendi içindeki ibadetlerle geçip giderken, eğlenceleri de başka olurmuş eskiden.
Bunlardan ileriki günlerde oldukça sık bahsedeceğim.
Sizler terahiv kıldınız, oruca başladınız.
Bu ramazan hikâyesi de günümüze kadar gelmiş ve hala fıkra olarak anlatılmaktadır.
Biz aslını yazalım da ortalık neşelensin.
Sultan II. Abdülhamid Devri’nde bir Ramazan gününde sarayda teravih namazı kılınıyormuş.
İmam, normal zamanda yatsı namazını ağır ağır kıldırdığı hâlde, sıra teravihe gelince acele acele kıldırmaya başlamış.
İmamın arkasındaki safta bulunan Hemşinli Mahmud Efendi selamdan sonra dayanamayıp imama sordu:
-“Yatsı namazını kimin için kıldırdın?”
-“Allah için.”
-“Hâşâ yatsının Allah'ı başka, teravihin Allah’ı başka mı? Onu neden yavaş kıldırıyorsun da teravihe gelince acele ediyorsun?”
O sırada Hünkâr Mahfili denilen bir kafes içerisinde namaza eşlik eden Abdülhamid Han kafese vurdu ve imama şu emri verdi:
-“Hoca haklı, dediğini yap!”
Başka bir hızlı teravih hikâyesi de şöyledir:
İri yarı bir adam olan İzzet Molla, Fatih Camii’nde teravih namazı kılıyordu.
İmam alelacele kıldırdığı için de nefes nefese kalıyordu.
Namazın ortalarına doğru elinde fener olan birisi camiye geldi.
İmamın selam verdiğini görünce şöyle hayıflandı:
-“Eyvah yetişemedik!”
Bunu duyan İzzet Molla da, canının acısını çıkaracak, akan terlerini soğutacak bir cevabı, yanındakilerin duyacağı kısık bir ses tonuyla konduruverdi:
-“Biz içinde iken yetişemiyoruz a birader, sen dışarıdan nasıl yetişeceksin?”
Günümüzde geçtiği söylenen olay ise şu şekildedir.
Bu olay geçmiş senelerde Ramazan ayının Kadir gecesinde ve Malatya'nın en büyük camilerinden birisi olan Şeker Fabrikası camisinde geçmiş.
O gece milli maç vardır.
Fakat aynı gecenin Kadir gecesine denk gelmesi nedeniyle cami hınca hınç doludur.
Gençlerin hepsi o gece teravih namazını kılmak için camiye gelmiştir.
Fakat milli maçı kaçırmamak için hocaya yalvarırlar “Hocam n’olur çabuk kıldır da şu maça yetişelim.” diye.
Hoca da gençlerin isteğini kırmaz “Tamam” der.
Her gece Malatya'daki farklı camilerde teravih namazına giden il müftüsü de bu gece bu camiyi seçmiştir.
Fakat hocanın, müftünün içeride olduğundan haberi yoktur.
Derken başlar teravih namazı.
Hoca jet hızıyla namazı kıldırmaya başlar.
Fakat bunu gören müftü dayanamaz ve en sonunda cemaatin en ön safında yerini alır.
Hoca'ya seslenir “Aman hocam n’apıyorsun, bu kadar hızlı namaz mı kıldırılır?”
Hoca müftüyü görünce namazı yavaşlamak zorunda kalır.
Hatta hoca o kadar yavaş kıldırır ki namazda biter maç ta.
Ertesi gün sinirli bir şekilde camiye gelen cemaatin genç tayfası hocaya bağırır: “Hoca sen n’aptın, yaktın bizi, kaçırdık maçı. Hem söz veriyorsun hem de sözünde durmuyorsun!”
Hocada üzgün bir şekilde cevap vermiş;
“Kusura bakmayın gençler, hız yapalım derken radara yakalandık.”