Bu konu ile ilgili bir yazı yazacakken önüme ulusal haber olarak değişik şekli geldi.

Önce benim başıma geleni anlatayım.

Kepez üzerindeki bir sitede ikamet eden bir arkadaşım sabah kahvaltısına çağırdı.

Tatil sabahı vakit geçirmek, eğlenmek ve hoş sohbet etmek üzere kalktık gittik.

Koskocaman site.

Güvenlik filan var.

Girerken kime geldiğini söylüyorsun, telefon ediliyor, onay alındıktan sonra içeri giriyorsun filan.

O kadar havalı yani.

Demek çuvalla para verilip daire alınınca böyle oluyor.

Neredeyse dağ başında olan siteye böylesi güvenlik önlemi almak doğru bir iş tabi.

Güvenlikçi kapı girişinde sordu:

“Ne kadar kalacaksınız?”

Haydaaa!

Ulan ev sahibi bile sormuyor bu soruyu, güvenlikçiye ne?

Şekerim yükseldi birden ve sinirlendim haliyle.

Aslında “Sana ne?” diyecektim ama kibarlığımı elden bırakmadım;

“Bütün gün” deyiverdim.

Yahu insanın annesi, babası gelse bütün gün misafirlik mi olur?

“Niye sordunuz?” diye ben sordum;

“Efendim eğer uzun müddet kalacaksanız, arabanızı dışarıya park edin lütfen. Zira site yönetiminin kararı bu. Misafir araçlara dışarı park edilecek…”

Site büyük olduğundan arkadaşımın dairesi nereden baksanız 700 metre.

“Ben bu yolu yürüyerek mi gideceğim?” diye sordum.

Güvenlikçi ezile büzüle; “Maalesef” demesin mi?

“Hayatımda görmedim böylesi saçma bir uygulama. Kusura bakmayın ben yürüyemem” dedim ve daldım arabayla içeri.

Otopark ise bomboştu.

Arkadaşıma olayı sorduğumda “Doğru” dedi, “saçma bir karar ama alındı ne yazık ki…” diyebildi.

Ey site sakinleri!

Sizde hiç;

Örf, adet, anane bilmezlik yok mudur?

Belki bilmezsiniz ama bizim adetlere göre özel misafir odası vardı evlerde.

Misafire çift kişilik yatak verilirdi.

Masada en başköşe takdim edilir,

Önce misafire yemek konurdu.

Misafir baş tacıydı bizde.

Siz diyorsunuz ki;

“Misafir, siteye girmesin, arabasını dışarı park etsin, o soğukta onca yolu yürüsün…” öyle mi?

Yuh size!

Hem de kocaman bir yuh!

Nereden akıllarınıza geliyor bunlar?

Nasıl beceriyorsunuz?

Sosyalleşme konusunda anlaşılan bir eksikliğiniz var,

Anlaşılan misafirin değerini bilmiyorsunuz.

Asıl olan şu;

Siz dışarı park edeceksiniz, misafir içeri park edecek.

Eh ne yapalım!

İnsanlar toplumdan uzaklaşınca…

Şimdi gelelim ulusal habere.

İstanbul’da bir sitede, aynı bizim duruma benzer fakat daha da ağır olan karar şu şekilde alınmış.

“Bina yönetiminin aldığı karar ile bina otoparkına sadece ev sahipleri araçlarını park yapacaklardır.

Kiracıların bina otoparkına araçlarını park etmemeleri rica olunur.”

Buyurun buradan yakın.

Bizimkiler misafiri almamakta ısrar ederken, elin adamı kiracılara bile otoparkı yasaklamış.

Hey Allah’ım ne günlere geldik!

Bu durum hukukçular arasında tartışmalara yol açmış.

Hukukçulara göre otoparklar; Yüksek Mahkeme ve bilimsel içtihatlar doğrultulusunda “Ortak alan” olarak nitelendiriliyor.

Kat Mülkiyeti Kanunu’na göre, “Tüm kat maliklerinin ortak alanlarda kullanım hakkına sahip olduğu” hükme bağlanmış.

“Kira sözleşmesi ile kat maliki, kullanıma bağlı tüm yetkilerini devrettiği için kiracı da ortak alanı kullanma hakkını haiz olur” deniyor.

Hukuka göre;

“Otoparkı kiracıların kullanmaması gibi bir kararı, yönetim kurulunun alması hukuken mümkün değil.”

O kadar dert varken başımızda biz nelerle uğraşıyoruz?

Allah akıl fikir versin.

Ne diyeyim?

EĞİTİM

“Sorun, eğitim almamış olmanız değil. Sorun, size öğretilenlere inanacak kadar eğitim almış olmanız, ancak size anlatılan her şeyi sorgulayacak kadar eğitilmemiş olmanızdır.”

Fransız filozof ve sosyolog Edgar Morin, burada geleneksel eğitimin sınırlarını vurguluyor.

Eğitimin, “bireylere baskın fikirleri ve değerleri sorgulamadan kabul ettirmeye yönelik bir toplumsal kontrol aracı olabileceğine” dikkat çekiyor.

Morin, eğitimin asıl amacının;

Eleştirel düşünmeyi öğretmek,

Bireyleri kalıplaşmış fikirleri sorgulamaya teşvik etmek ve

Analitik düşünme becerilerini geliştirmek olması gerektiğini savunur.

Sadece öğretileni kabul etmek yerine, “İçinde yaşadığımız toplumu ve dünyayı yöneten mekanizmaları anlamaya çalışmak” büyük önem taşır.

Bu alıntı, Edgar Morin’in La Méthode (Yöntem) adlı eserinden alınmış.

Morin, karmaşıklık, disiplinlerarası yaklaşım ve eleştirel düşünce üzerine yaptığı çalışmalarla tanınmaktadır.

GAZ LAMBASI

Suat Özge’den alınan bir hikâye bu.

İnsana hayat dersi veren.

Akşama doğru, pencereden süzülen son gün ışığının aydınlığında derslerini yapmaya çalışıyorlardı.

Biraz sonra hava kararacak ve evlerini karanlık kaplayacaktı yine.

Sonrada annesi gaz lambasını yakacak ve loş bir ışıkta geçireceklerdi onca saati.

Babası da işten yorgun geldiğinde, gaz lambasının fitili çoktan ateşlenmiş ve ortaya yayılan is kokusu hafifçe genizlerini yakmaya başlamıştı...

İlyas o anda, gecekondularının yüz metre kadar uzağındaki apartmanlara bakmıştı imrenerek.

Işıl ışıldı her bir daire...

Sonra sanki isyan eder gibi bir ses tonuyla babasına seslenerek, “Bıktım bu karanlıktan. Bende ışıl ışıl apartman dairelerinde yaşamak istiyorum. Kim bilir orada yaşayan çocuklar ne mutludur... Hem derslerini akşam karanlığı basmadan pencerenin kenarında bitirmek için acele de etmiyorlardır...” demişti.

Babası ise mutluluğun illa ki o aydınlık evlerde bulunamayacağını anlatmaya çalıştı dili döndüğünce.

Ama nafile...

İlyas'ın her zamanki inadını tutmuştu işte...

Sobanın üzerinde kavrulan kestanelerin kokusu odaya yayılmaya başlarken, babasının küçük kardeşini dizine yatırıp;

“Bir kazmam var vermem beşe, atarım ateşe, tom tom tom...” tekerlemesini söyleyip, sonrasında onu gıdıklayarak güldürmesini izledi bir süre...

Seneler geçtikçe İlyas’ın hayali hiç değişmemişti.

O fakir evde öğretim hayatını bitirmiş ve büyükte başarılar elde etmişti.

Artık mesleğimi eline alıp, evden ayrılma vakti geldiğinde ise babasına içindeki mutluluğu ve gaz lambasının loş ışığından kurtulmasının memnuniyetini anlatmıştı...

Babası ise eğer ki bir gün oturacağı o aydınlık ve ışıl ışıl evde, eski gecekondusunun özlemini duyarsa, ne olursa olsun bir defa buraya gelmesini söylemişti.

“Özleyeceğimi hiç sanmıyorum baba…” diyerek ellerini öpmüştü anne babasının.

Ve arkasına bile bakmadan yeni hayatına doğru adımlar atmıştı...

İstediği gibi bir işi ve evi olmuştu geçen yıllar zarfında.

Fakat geçen onca yılda anne ve babasını kaybetmişti.

Bir evlilik yapmış, üçte çocuğu olmuştu bu evliliğinden.

Fakat evliliğinde huzuru hiç bulamamış, eşiyle uyum sağlayamamışlardı birbirlerine.

Her akşam yaptıkları kavga, gürültü başına ağrıların girmesine yol açmıştı.

Işıl ışıl evde karanlıklar içindeydi sanki.

Böyle hissediyordu.

Bir akşamüstü penceren dışarı bakarken burnuna sobada kavrulmuş kestane kokuları geldiğini hissetmişti sanki. Babasının kardeşine söylediği tekerlemeyi duyar gibi oldu.

Gözleri dolmuştu.

Sonra babasının yıllar önce dediklerini hatırlamıştı...

Aşağıya inip arabasına bindi hemen.

Belki on beş yıldır gitmediği eski gecekondularına doğru sürmeye başladı arabasını.

Eve vardığında içinde tarif edilmez duygular hissediyordu.

Sobanın olduğu odaya adım attığında tüm hatıralar gözünde canlanmıştı.

O zamanlar karanlık diye şikâyetçi olduğu evini çok özlediğini hissetmişti.

Sonra gaz lambasına çarptı gözü.

O yıllarda canını acıtan o lambaya doğru attı adımlarını.

Elini uzatacakken yanı başında bir küçük kart olduğunu görmüştü.

Üzerindeki bir cümleyi babasının yazdığını anlayınca tüylerinin diken diken olduğunu hissetmişti.

Kartta ise şu cümle yazıyordu...

“Huzurun olmadığı her ev karanlıklar içindedir...”

İNSAN KÜTÜPHANESİ

Danimarka'da bir kitap yerine, bir kişiyi ödünç alıp 30 dakika boyunca hayat hikâyesini dinleyebileceğiniz kütüphaneler var.

Amaç önyargıyla mücadele etmek.

Herkesin bir unvanı var:

“İşsiz”, “Mülteci”, “Bipolar”, vb. ama onun hikâyesini dinlediğinizde “Bir kitabı kapağına bakıp yargılamanın” ne kadar yanlış olduğunu anlıyorsunuz.

Bu yenilikçi ve parlak proje 50'den fazla ülkede faaliyet gösteriyor ve adı “İnsan Kütüphanesi…”

 İNSANLA ZAMAN

Babamla bankada bir saat geçirdim, çünkü para transfer etmesi gerekiyordu. Dayanamadım ve sordum...

-“Baba, neden bankacılığını çevrimiçi olarak aktif etmiyoruz?”

-“Bunu neden yapayım? Bana sordu...”

-“Böylece, transfer gibi şeyler için burada bir saat geçirmene gerek kalmayacak. İnternetten bile alışveriş yapabilirsiniz. Her şey çok kolay olacak!”

İnternet bankacılığı dünyasına girmek için çok heyecanlıydı.

Bana “Bunu yaparsam evden çıkmak zorunda kalmam” dedi.

“Evet, evet!” diyerek Ona cevap verdim . Ona artık yiyeceklerin bile kapıya teslim edilebileceğini ve Amazon'un her şeyi teslim ettiğini söyledim!

Tepkisiyle dilim tutuldu.

Dedi ki: “Sen beni anlamadın Bugün bu bankaya girdiğimden beri dört arkadaşımla karşılaştım, beni çok iyi tanıyan personellerle bir süre sohbet ettim.”

Yalnız olduğumu biliyorsun...

İhtiyacım olan şey bu.

Hazırlanmayı ve bankaya gelmeyi seviyorum yeterli zamanım var, aradığım fiziksel aktivite bu.

İki yıl önce hastalandım aldığım meyve dükkânının sahibi beni görmeye geldi, yatağıma oturdu ağladı bana iyi geldi iyileştim.

Annen birkaç gün önce sabah yürüyüşünde düştüğünde, yerel bakkalımız onu gördü ve hemen arabasıyla evimize getirdi çünkü nerede yaşadığımızı biliyordu.

Her şey çevrimiçi olsaydı o “İnsan” teması kuramazdım

Neden her şeyin bana teslim edilmesini isteyip sadece bilgisayarımla etkileşimde bulunmasını isteyeyim?

Sadece “Müşteri olmayı” değil, uğraştığım kişiyi tanımayı seviyorum.

Bir ilişki durumu yaratıyor.

Amazon bunu da teslim ediyor mu?

Teknoloji hayat değildir;

İnsanlarla biraz zaman geçirin…

 ÇALIŞAN ANNE

Melody o gün işe bebeğini de getirmişti. Patronu o kareyi görünce hemen fotoğraf çekti. Sonra da internette paylaştı.

Patronu fotoğrafın altına şöyle bir açıklama yazdı:

“Çalışan bir anne… Bakın ne kadar kolay bir iş çıkartıyor gibi görünüyor. Nora-Jo bebek de her daim annesinin yanında oluyor. Fotoğrafı paylaşsanız olur mu? İş yerlerinde böyle kareleri daha fazla görmeliyiz. Yeni doğan bebekler ilgi istiyor.”

Melody o günden itibaren istediği zaman evden çalışma şansı elde etti.

Patronu, o kareyi gördükten sonra çalışanına her türlü hakkı tanımaya başladı.

Melody, bu durum karşısında; “Bazı iş yerlerine bebeğinizi getirmeniz yasak. Keşke bütün iş yerleri bu kadar esnek olabilse. Yasalar, çocuğu olan anne veya babanın yıllar boyunca evde kalmasına ve maaşını almasına izin veriyor. Ancak bazıları daha fazla paraya ihtiyacı olduğundan çalışmaya devam etmek zorunda” dedi.

PENGUENE KAZAK

Avustralya’da, huzurevinde yaşayan, 109 yaşındaki Alfred Date (Alfie), yaralı, küçük penguenlere kazaklar örüyor…

 Alfie’nin kazak ve süveter örme konusunda marifetli olduğunu bilen iki hemşire, 2013’te ilginç bir teklif sundu.

Tabii yine Alfie’nin hiç hayır diyemeyeceği bir teklifti.

Hemşirelerin tedariğini sağladığı yünlerle Alfie, 80 yıllık örgü tecrübesini ortaya koydu.

Alfie, 108 yaşında örgüleri yeniden eline alarak yaklaşık 32 bin penguenin yaşadığı bölgede yaralı hayvanlara yardım etmeye başladı.

Kalın yün ipi kullanarak ördüğü süveterlerle Phillip Adası’nda bulunan küçük türdeki penguenleri giydiren Alfie, işi hakkında ise, “Hayatla güzel geçinmek için iyi bir yöntem” yorumunu yaptı.