STRATEJİSİ
Toplumsal kontrolün temel dayanağı, ince ama etkili bir silaha dayanır:
Dikkat dağıtma stratejisi.
Bu strateji;
Halkın dikkatini kritik meselelerden ve siyasi ve ekonomik elitlerin perde arkasında aldığı kararlardan uzaklaştırmayı amaçlar.
Bunu başarmak için;
İnsanları sürekli önemsiz bilgilerle, gereksiz haberler ve eğlencelerle adeta boğarak esas önemli olan konuların gözden kaçmasını sağlar.
Bu sürekli dikkat dağıtma hali sadece zihinleri meşgul etmek için değil, aynı zamanda insanların dünyayı anlamalarına ve işleyişini kavramalarına yardımcı olacak temel bilgilere erişimini engellemek için de kullanılır.
Bilim, ekonomi, psikoloji, nörobiyoloji, sibernetik gibi disiplinler, eğer herkesin erişimine açık olsaydı, bilinçlenme riskini doğururdu.
Amaç oldukça nettir:
Halkın dikkatini önemsiz meselelerle meşgul tutarak onları sürekli bir koşuşturma içinde bırakmak, düşünmeye zaman bulamamalarını sağlamak.
“Meşgul, meşgul, meşgul”, ta ki bitkin düşene, her şeyi unutana ve sonunda yalnızca uysal bir dişliye dönüşene kadar…
Tıpkı sürüsüne geri dönen sıradan bir hayvan gibi.
Ancak manipülasyon burada bitmez.
Dilin kullanımı ve halka nasıl hitap edildiği de bu stratejinin bir parçasıdır.
Reklamlar, siyasi söylemler ve medya mesajları çoğunlukla küçümseyici ve çocuklaştırıcı bir tonda sunulur.
Halk, sanki yalnızca küçük çocuklardan veya akıl yürütme yetisi zayıf bireylerden oluşuyormuş gibi muhatap alınır.
Aldatma ne kadar büyükse, söylem o kadar basitleştirilir ve üstten bakan bir tavırla sunulur.
Peki, neden böyle bir yaklaşım benimseniyor?
Çünkü birine 12 yaşında bir çocukmuş gibi hitap ederseniz, o da farkında olmadan çocukça bir saflık ve sorgulama eksikliğiyle tepki vermeye başlar.
Bu şekilde savunmasız hale gelen birey, manipülasyona daha açık olur, kendisine sunulanları sorgulamadan kabul eder ve mevcut düzeni sorgulamaktan kaçınır.
Bu yazıtı neden yayımladım ki şimdi.
Aman sorgulamaya gerek yok.
Milletin bir bildiği vardır, banane!
FAKİR GÖNÜL
Kızının arada bir çalınan kapılarına koşarken ki heyecanını üzülerek izlerdi Zeynep Hanım.
Yemek tepsisini kucağına alıp zengin komşularının hizmetçisine teşekkürler ederken tatlı diliyle, hizmetçi kadında pek bir utanırdı küçük kızın bu halinden.
Hanımın gönderdiği artık yemekleri bile anlamıyordu o çocuk aklıyla.
Her haliyle sofra artığı olduğu belli olan yiyeceklere de öyle bir bakışı vardı ki Melike’nin...
Kendini bildi bileli hep bir yokluk hep bir sıkıntı gördüğü için, hizmetçi kadının getirdiği artık yemekler dahi ona lezzetli gelirdi.
Sadece tepsiyi içeriye götürdüğünde annesinin yüz ifadesini anlayamıyordu.
-“Anne bak Saliha abla yine yemek getirdi. Ne kadar güzel değil mi?”
Sorduğu sorulara da çoğu zaman cevap alamazken, anne babasının konuşmaları da aklına yer ederdi ister istemez...
-“Yine göndermiş bak çürük meyveleri. Zengin olsa ne olacak? Gönlü fakir kadının. Kendince sevaba giriyor işte.”
Anne babasını fısıltıyla konuştuklarını duymakla kalmayıp, kendi aklında da anlamaya çalışıyordu
“Demek köşk’ün sahibi de fakir biri. O yüzden böyle çürük meyveler gönderiyor bize” diye geçiriyordu içinden.
Ama çok iyi bir insandı ki kendilerine böyle sürekli yemek gönderiyordu...
Aylar sonra küçük Melike’nin babası iş bulmuş akşamına da elleri dolu gelmişti eve.
Zeynep Hanım o akşam çok güzel yemeklerle donatmıştı sofrayı.
Bir ara babası, bulduğu işi anlatırken annesine, Melike sessizce içeriye gitti. Babasının getirdiği meyve poşetlerinden en güzellerini bir tabağa doldurdu. Sonrada bir tabak ta yediği o güzel yemekten koydu tepsiye.
Küçük adımlarla köşkün kapısına yöneldi sonrasında.
Bahçe kapısını ayaklarıyla itip, merdivenleri çıktı.
Sonrasında da yine ayağıyla çaldı köşkün kapısını.
Kapıyı tesadüfen köşkün sahibi Nebahat Hanım açmıştı...
-“Bu nedir?” diye sordu şaşkınlıkla. Melike’nin cevabı öyle içten olmuştu ki;
-“Her zaman bize yemek ve meyve gönderiyordunuz. Öyle seviniyordum ki. Ama meyveler hep çürük oluyordu. Yemeklerde de ekşi bir tat oluyordu. Bugün babam işe girdi biliyor musunuz? Eve getirdikleriyle annem öyle güzel yemekler yaptı ki. Ama siz böyle kötü yemekler, çürük meyveler yerken, bunlar benim boğazımdan geçmedi. En güzel meyveleri seçtim sizin için. Annemin o güzel yemeğinden de getirdim…”
NEYZEN TEVFİK
Yıl 1950 bir gece…
, elinde bir ney muhafazası taşıyan, 25-30 yaşlarında, iyi giyimli bir genç Beyoğlu meyhanelerinin birinden içeri girer.
Şöyle bir etrafı kolaçan ettikten sonra, boş bulduğu bir masaya ilişip, havalı bir el hareketi ile garsonu çağırır.
-“Şişşşt! Bakar mısın buraya?”
Garson seyirtir hemen masaya doğru;
-“Buyrun beyim?”
-“Bir Fahrettin Kerim bana. Biraz buz, az da badem.”
Fahrettin Kerim, o zamanların İstanbul Valisinin adı ile anılan minik rakı şişesi.
-“Başüstüne beyim.”
Sipariş gelmeden daha, mekânın sahibi gelir masaya;
-“Delikanlı, bakar mısınız?”
Delikanlı afili bir bakış atar;
-“Buyurun?”
-“O masadan kalkmanızı rica edecektim, şu arkadaki masaya alsak sizi?”
-“Ne münasebet efendim, boştu masa ben geldiğimde.”
-“Üstadın masasıdır bu, buraya gelen herkes bilir, kimse oturmaz!”
-“Ne üstadı imiş bu?”
Patronun gözü masadaki neye ilişir ve gözüyle işaret eder;
-“Üstat Neyzen Tevfik, tanıyor olmalısınız.”
-“Ben benden başka üstat tanımam, benim üstat diyeceğim adam bu aleti benden iyi üflemeli…”
Patron sinirlenmeye başlar, iki de fedai hareketlenir masaya doğru.
Tam o sırada, az önce meyhaneye girip tartışanların haberi olmadan duruma şahit olan Neyzen Tevfik el eder patrona;
“Bırak kalsın” anlamında.
Ne de olsa son demleridir artık hayatının, durulmuştur artık gençlik ateşi.
Yavaşça ilişir arkadaki boş masaya, bir Fahrettin Kerim de o söyler, az da badem.
Delikanlı ikinci şişeyi de bitirdikten sonra, neyi çıkartır muhafazasından, dudaklarına götürür.
Patron artık dayanamaz acele seyirtir masaya.
-“Delikanlı ayıp yahu, üstadın yanında hem de… Her şeyin bir edebi, usulü var yahu!”
Arka masadan kısık bir ses duyulur.
-“Şşşşt! Bırak efendi, tamamdır.”
Patron üstada hürmetten, geri geri çekilir karanlığa doğru, delikanlı başlar bir taksim üflemeye.
Herkes bırakır çatalı, bıçağı, kadehi, kulak kesilir.
Ustadır delikanlı hakikaten.
Ustadır da, çok tizden girmiştir, hem caka satma merakı, hem de içkinin tesiri ile. tıkanır kalır…
Tam fısıltılar başlamışken, ilahi bir ney sesi duyulur üstadın masasından, delikanlının çıkamadığı perdeden almış, devam etmektedir.
Şaşırır delikanlı, hem zordur o perdeye çıkmak, hem de alıcı gözle baktığı halde, ney görememiştir üstadın elinde o ana kadar.
Arkasına döner…
Bakar…
Gördüğü yeter ona.
Alelacele, kıpkırmızı bir suratla..
Çeker gider.
Üstadın elinde ney değil, boş bir Fahrettin Kerim şişesi vardır, ona üflemektedir ney yerine…
Şimdi Neyzen....
“Ney sesinde bir hüzün var,
Söyler bin bir dilden,
Ağlayan bir gönül sanki
Yanık yanık içimden.”
YASUKE
Uzun boylu Afrikalı bir adam olan Yasuke, 1579'da Japonya'ya geldi ve samuray savaşçısı olan ilk yabancı doğumlu adam olarak tarihe geçti.
Yasuke, aslen Mozambik'ten kaçırılmış bir köleydi ve Portekizli tüccarlar tarafından Japonya'ya getirildi.
Güçlü Japon savaş ağası Oda Nobunaga, Yasuke’nin uzun boyu ve koyu teninden etkilendi ve onu görünce hizmetkârlarına derisindeki “Siyah mürekkebi” silmelerini emretti.
Bu tuhaf karşılaşmaya rağmen Nobunaga, Yasuke'yi hizmetine aldı ve ona bir miktar para, bir ev ve bir katana verdi.
O andan itibaren Yasuke, Nobunaga'ya onurlu bir samuray olarak sadakatle hizmet etti ve şiddetli savaşlarda onun yanında savaştı.
Portekiz'in bir kölesi olmaktan çıkıp Japon seçkinlerinin bir üyesi haline geldi.
Görsel:1579’da Japonya’ya köle olarak getirilen ve sonraları İlk Zenci Samuray olan Yasuke’nin heykeli.
YENGEÇ SEPETİ
SENDROMU
Kumsalda yürüyen bir adam, avlanan balıkçıya yaklaştığında kova içerisindeki yakalanmış yengeçleri görür.
Kovanın üstü açıktır, kapağı yoktur.
Bu durum onu şaşırtır, çünkü yengeçlerin kaçabileceğini düşünür.
Balıkçıya sorduğunda “Evet, tek bir yengeç olsaydı, kesinlikle kaçardı.
Ancak, pek çok yengeç varsa, biri kaçmaya çalıştığında diğerleri onu yakalar, kaçamayacağından emin olur, geri kalanlar da aynı kaderi yaşarlar.” yanıtını alır.
Tek yengeç kapaksız kovadan rahatlıkla çıkabilirken sayı arttıkça kaçış imkânsızlaşır. Çünkü birbirlerini yukarı itmek yerine, aşağı çekerek engellerler.
Sonunda kimse kazanamaz.
Bu durum, Yengeç Sepeti Sendromu’nun çıkış noktasıdır.
Filipinliler arasında popüler olan kavram, ilk olarak aktivist yazar Ninotchka Rosca tarafından kullanılmış.
“Ben sahip değilsem, sen de olamazsın”,
“Ben başaramıyorsam, sen de başaramazsın.” anlayışını ifade eder.
Bazı insanlar, bencilce davranarak hırslarını ön plana alarak başarmanın yolunun başkalarını geride tutmak olduğunu düşünürler.
Kendileri ulaşamıyorsa, sizin de hayalleriniz, hedefleriniz uzak olmalıdır.
İstekleri budur.
Rekabetçi duygularla, hasetlik ve kıskançlıkla çabalarınızı sabote etmeye çalışırlar.
Yengeç Sepeti Sendromu, her alanda yaşanabilir.
Örneğin, kurumsal hayattaki tam zamanlı işinizden ayrılıp yolunuza girişimci olarak devam etmek istiyorsunuz.
İş çıkışlarında kendinizi geliştirecek kurslara katılmayı planlıyorsunuz.
Kilo vermeyi düşünüyorsunuz.
Daha farklı, daha iyi şartlara yöneldiğinizde, değişim yapmaya henüz hazır olmayan, korkan kişilerin eleştirilerine maruz kalabilirsiniz.
Kendi başarısızlık korkularıyla, sizin başarılarınıza, gelişim olanaklarınıza ket vurmaya çalışanlar; yeni bir şey denemek istediğinizde baltalamaya, caydırmaya niyetlenenler olabilir.
“Ne gerek var?”, “Boşver.”, ”Zaten beceremezsin, hiç uğraşma.”, “Bu saatten sonra meslek değiştirilir mi?” sözlerini duyabilirsiniz.
Ofis tavsiyesi kisvesi altında size kendinizden şüphelendirecek önerilerde bulunabilirler, iş stresini artırabilirler.
Yengeç zihniyetine sahip kişiler, gruplarında diğerlerini aşarak başarılı üyelerin önemini azaltmayı hedeflerler.
Onlar başarısızken başkalarının başarısını izlemek yerine, çökmelerini beklerler.
Mutlu anlarda bile eleştirecek noktalar bulabilirler, ama eleştiri duymak istemezler.
Empati ve merhametten yoksundurlar.
Başkasına yardımcı olmak, kendimize yardımcı olmaktır aslında. “Love your neighbour as thyself.” sözü aklınızda bulunsun.
Paylaştıkça çoğalır insan.
Kurbana dönüşmemek için:
Zamanınızın çoğunu birlikte geçirdiğiniz insanlara dikkat edin.
Jim Rohn; “İnsan, en çok vakit geçirdiği 5 kişinin ortalamasıdır.”
Aile üyeleriniz, çalışma arkadaşlarınız, yakınlarınız size yengeç sepeti sendromu yaşatan kişiler olabilirler.
Zorunlu nedenlerle ilişkimizi tamamıyla koparmamızın mümkün olmayacağı durumlar varsa da hayatınıza yön verecek olan kişi sizsiniz.
Kiminle, ne kadar vakit geçireceğinizi iyi belirleyin.
Benzer hedeflerinizin olduğu kişilerle bir aradaysanız, başarınız katlanır.
Durumun farkına varmak gerekiyor.
Olumsuz düşüncelerle dolu ortamda kalmak yerine, enerjinizi yardımlaşabileceğiniz, birbirinize ilham verebileceğiniz kişilere yönlendirin.
Yengeçlerin sizi hedeflerinizden ve hayallerinizden uzaklaştırmalarına, üretkenliğinizi azaltmalarına izin vermeyin.
Bizim hayatımız, bizim seçimlerimiz.
Kovadaysak da çıkmayı başarmak bizim elimizde...
Birlikte gelişebilmek dileğiyle...