Biz hala börekçi açma peşindeyiz.
Hacı amca bize dükkânı kiralamayınca bizi dükkân sahibi yaptı.
Hani derler ya “Kötü ev sahibi kiracısını ev sahibi yaparmış” diye.
Bizimki kötü değildi elbet ama dükkânı vermeyince “Vesile oldu” diyelim geçelim.
Annem, eşim ve ben dükkânın ortasında, küçük taburelere oturarak düşünmeye başladık; “Ne yapalım?” diye.
Zaten alacağımız hijyenik malzemeler, mutfak eşyaları, yaptırılacak davlumbaz, mutfak tezgahları, satış reyonu, müşteri oturma yerleri, masalar, sandalyeler, falan fişman.
Dekorasyonu ise ayrı bir masraf.
Düşündükçe içim şişti.
Maliyeti kabaca toplasam neredeyse dükkân fiyatını bulacaktı.
Vaz geçtim düşünmekten.
“Kızlar, işlem sırasını belirleyelim önce, sonrası hallolur bir şekilde…” diyebildim.
“Önce dükkan dizaynını konuşmamız lazım Rüstem” dedi Gülay, “gelsin bakalım içmimar, görsün dükkanı…”
Ben şok! tabi.
“Ne içi, ne mimarı Gülay? Börekçi burası, kenar mahallede bir yer yani.” dedim.
Kapattı ağzımı;
“Biz kenar mahalle börekçisi olmayacağız… Nasıl annemin koruk suyu tüm şehre yayıldı, nasıl marka oldu? Burada da aynısı yapacağız. Tüm şehir bizi konuşacak! Marka olmak için de gerekirse içmimar, gerekirse makine mühendisi gelecek buraya…”
Annem ondan yana çıktı; “Gülay haklı” dedi.
“Yahu kıçıkırık 50 metrekare bir dükkân burası, ne markası? Ne tüm şehri?”
Annem; “Konuşma artık, kız öyle düşünmüş, öyle düşlemiş. Haydi sen bak işine, biz bundan sonrasını hallederiz. Kahveye git de çok para kazanmaya çalış, zira çok lazım olacak…”
Bunlar buldular bir kadın mimar.
Kadın dükkâna girdi, bizden hangi saatlerde hizmet vereceğimizi, kaç müşteri hedeflediğimizi, kaç kişi çalışacağımızı, bir tepsi börek yapma zamanını, bir tepsinin kaç porsiyon olduğunu, kaç müşteri ağırlamak istediğimizi, dükkanın isminin ne olacağını sordu isim hariç cevaplarını alınca hemen elindeki dijital metreyle orayı ölçtü, burayı ölçtü.
Notlar aldı.
Kapı çerçeve kalitesine baktı.
Aşağıya inip orayı inceledi.
Sonra “Ben bu akşam gerekli çalışmamı yaptıktan sonra size yarın bilgi veririm” dedi gitti...
Arkasından bakakaldık.
Ben, “Bu profesyonel işler böyle oluyor demek ki? Aklımıza gelmeyen tüm soruları bir seferde sordu kadın, helal olsun vallahi” dedim.
Annem; “İsmini ne koyalım” dedikten sonra Gülay’a döndü, “Söyle kızım sen ne istersen onu koy, nihayetinde senin iş yerin olacak.”
Bu cümle sonrası karşılıklı klasik iltifat gösterileri başladı.
“Ama canım olur mu sen söyle?”
“Yok, yok. Ölümü gör sen söyle.”
“Madem senin gençlik hayalinmiş, senin söylemen daha mantıklı olur.”
“Benim aklıma öyle modern isimler gelmez, eski isimleri de millet anlamaz. Sen koy adını da gitsin.”
Gelin kaynana karşılıklı birbirine ad bırakma merasimi yaparken birden ağzımdan “Misafir Börekçisi” çıkıverdi.
İkisi de sustular.
Birlerine baktılar ve bana dönüp, “Ay çok güzelmiş bu isim” deyiverdiler.
“Öyle ya, misafire ne ikram edilir?” diye sordum;
İkisi birden “Börek” dedi.
Sonra devam ettim anlatmaya;
“Müşteriler de bizim misafirimiz olacak. Misafirliğe gidenler kendilerini güvende hisseder. Kazıklanmayı, kötü bir yiyecek yiyeceğini düşünmezler. Misafirlik güvendir… İyi bir misafir ağırlamak insana itibar kazandırır. Biz de burada hem böreğimizle, hem de davranışlarımızla insanları güzel ağırlayıp, marka olacağız. Anlaşıldı mı?”
Gülay şakın vaziyette yüzüme baktı ve “Bu kadar lafı bir arada nasıl söyledin Rüstem!” diye sordu.
“Vallahi ben de şaşırdım, vahiy geldi sanırım” diyebildim.
YAŞLI TEYZE
Hastane santralinin telefonu çaldı.
Arayan yaşlı bir büyükanne idi.
Çekingen bir sesle tonuyla sordu:
-“Bir hastanın durumu hakkında bilgi verebilecek biriyle görüşmem mümkün mü acaba?”
-“Ben size yardımcı olayım hanım teyzeciğim. Hastanın adı ve oda numarası nedir?”
Büyükanne yorgun ve titrek sesiyle söyledi:
-“Halime Kaya. Oda numarası 114.”
-“Siz birkaç dakika hatta kalın, ben hemşirelerden durumunu öğreneyim.”
Birkaç dakika sonra santral operatörü telefona geldi:
-“Haberler iyi teyzeciğim. Hemşiresi bana Halime hanımın durumumun gayet iyi olduğunu söyledi. Tansiyonu, kalbi şekerinin çok iyi olduğunu ve doktoru Sami beyin onu cuma günü taburcu etmeyi düşündüğünü söyledi.”
-“Sağolun ne güzel haberler verdiniz bana, öyle endişeleniyordum ki! Allah razı olsun evladım.”
-“Bir şey değil teyzeciğim de pardon, Halime Hanım yakınınız ya da akrabanız mı?”
-“Yok evladım yok, Halime Kaya benim… Hiç kimse bana bir şey söylemiyor da…”
TARHANA ÇORBASININ ÖYKÜSÜ
Tarhana öyküsü demişler bu yazının adına.
Ben de size aktarıvereyim dedim.
İçinde hoşluk var, sevinç var, milletimin özü var yapımında tarhananın.
Her yörede farklı yapılsa da içimizdeki mozaiği anlatır bize tarhana.
Hikâye bu ya; soğuk ve karlı bir kış günüdür.
Padişah ve veziri kimseye haber vermeden ava çıkmışlardır.
Gezmişler, dolaşmışlar, avlanmışlar akşamı etmişlerdir.
Geri döneceklerdir de bir türlü ormandan çıkamamışlardır.
Artık karanlık da çökmek üzere ve umutların tükendiği bir zamandır ki; bir kulübecik görürler.
Kapıyı çalıp misafir olmak istediklerini söylerler kulübe sakinlerine.
Kabul görürler, misafir olurlar haneye.
Ev sahibi erkek, misafirlerinin için için üşüdüklerini hissettiği an:
“Hanım, baksana nasıl da üşümüşler, çorba kaynatır mısın misafirlerimize?” der.
Ev sahibesi hanımefendi hemen kalkar ve toprak bir güvecin içinde çorba hazırlar.
Çorbalar içilince, içi ısınır misafirlerin, rahatlarlar; üstlerindeki abaları postları çıkarınca göz alıcı giysiler çıkar meydana. Az, biraz genç olanı:
“Ben, padişahım…” der.
Hane halkı şaşırır, demek ki padişah fakirhanenin konuğudur.
Padişah devamla:
“Benim sarayımda da her gün kazanlar kaynar ama hiç böyle lezzetli çorba içmedim bugüne kadar, nedir bunun adı?” diye sorar.
Ev sahibesi hanım şaşırır; “Çorbanın da adı mı olurmuş, adı üstünde, çorba işte…” diye geçirir aklından.
Ancak padişah soran gözlerini kadının gözlerine dikmiş, gelecek cevabı beklemektedir.
Ne desin kadın?
“Fakir ev” anlamına gelen:
“Darhane çorbası, hünkârım…” deyiverir.
Geceyi o “Darhane” de geçiren padişah ertesi gün ne yapmıştır bilinmez ama söyleyiş özellikleri nedeniyle günümüze “Tarhana” olarak taşınmış bu çorbanın adı.
Tarhana Çorbası, soğuk kış aylarının vazgeçilmezi olmuştur memleketimizin.
Buram buram kokusu gelen; (Mersin usulü) börülceli, acı kırmızıbiberli o tarhanadır.
Yaz aylarından çıkmadan, kınalı ellerle hazırlanır da toprak boduçlara, kurutulmuş su kabaklarına doldurulup saklanırdı eskiden; ya da bembeyaz divitin keselere doldurulup asılırdı tavan çengellerine.
Bu yazıyı kaleme alan kişi seslenir memleket hasretiyle;
“Selam olsun memleketimin tarhanasını yapan kınalı elli gelinlerine.”
İĞNE DEYİP GEÇME
1951’de kurulan “Atlı Zincir İğne ve Makine Fabrikası” bu Türkiye’nin “İlk Toplu İğne Fabrikası” olarak kayıtlara geçmektedir.
Öyle ki şu anda faaliyetine hala devam eden fabrikanın resmi web sitesinde bulunan yazıda şu ifadelere yer veriliyor:
“ATLI, Türk sanayinde ilkleri gerçekleştirmek üzere 1951 yılında Kollektif Şirket olarak İstanbul Topkapı’da kurulmuştur. Şirket yapısının 1956 yılında Anonim Şirkete dönüştürülmesi ile birlikte; zengin ürün çeşitliliği sağlanmıştır.
O tarihlerde ATLI, gerçekleşen Toplu iğne üretimi ile Türk sanayindeki gelişmenin sembolü olarak görülmüş, ‘Türkiye bir toplu iğne bile üretemiyor’ yargısına son vermiştir.”
BİRAZ TEBESSÜM
Bizim insanımızı anlatan hoş bir yazı buldum.
Cumartesi günü iyi gider…
Misafirin yanında dayak yemeyeceğini bildiği için sınırları zorlayan çocuktaki cesaret kimsede yok.
Kavgaların en çok “Ne bakıyon len!” diye çıktığı bir ülkede, otobüslere karşılıklı koltuk yapmak çok mantıklı gerçekten.
Dişini fırçalayan erkeği bulmuş da, macunu ortadan sıkmayanını istiyor.
Bak bak lükse bak!
Arabada kemer takmak zorunluyken, otobüslerde milletin ayakta gidebilmesini biri bana anlatsın…
Türklere özgü ikna şekli, “Bazen başımı alıp gidesim geliyor ama Müge Anlı’ dan korkuyorum beni de bulur diye…”
Asansör çağırma tuşuna defalarca basarak daha hızlı geleceğini zanneden tek milletiz.
Annem beni ders çalışırken gördü, gözleri yaşardı, bıraktım ders falan çalışmıyorum. Ondan değerli mi, kıyamam ben ona.
Elini öptürmek istemeyip te elini iyice aşağı indirip beni yerlerde süründüren orta yaşlı akraba seni pıçaklarım.
Kulağımda kulaklık var, dürtüp “Müzik mi dinliyorsun?” diye soruyor.
Yok, kuleden iniş izni istiyorum. Pilotum ya ben.
Pizzayı yuvarlak yapıp, üçgen kesip, kare kutuya koyanla, evleri kare ve dikdörtgen yapıp adını daire koyan kişi, aynı kişi olmalı…
Anneme;
“Anne ben evlatlık mıyım?” diye sordum;
“Öyle bir şey olsa seni mi seçerdik!” dedi.
Haklı kadın.
“Gözleri aşka gülen en taze söğüt dalısın” diyor şarkıda.
Bu hayatımda duyduğum en kibar, en naif “Odunsun” deme şekli.
Her, “Ne yapıyorsun?” diye sorduğumda “N’apiim… Sen n’apıyorsun?” diyen bir arkadaşım var.
Yıllardır ne yaptığını bilmiyorum.
27653941 keredir diyorum size, şu sayıları okumuş gibi yapıp geçmeyin diye.
Sadece Türklere özel bir ağırlık birimi “Gavur ölüsü gibi.”
Fırıncı bana, “Sıcak ekmek veriyorum” dedi, “Abi nasıl olsa eve gidince annem bayatları yedirecek” dedim.
Sarıldık ağlaştık.
Bizler “Arkası gelmez dertlerimin” şarkısını söylerken göbek atan bir toplumuz.
Kimse bana normal olduğumuzu söylemesin, yemem…
İnsanımız gariptir:
Camı siler; “Ayna gibi oldu” der,
Aynayı siler; “Cam gibi oldu” der.
En iyi tedavi şekillerimizden biri, “Git bir elini yüzünü yıka” dır.
Pazarda çocuğunu kaybedince feryat figan ağlayan, bulunca da öldüresiye döven anne; Türk annesidir…
YAŞLANDIN MI?
“Yaşlandım artık işe yaramam” demeyin.
İşte size umut dolu bir yazı.
Yakında 65 yaşıma gireceğim.
36 yıl boyunca havayolu pilotu olarak çalıştım.
Oldukça zeki biriyim, ancak bir dahi değilim.
JPL’den ya da NASA’dan hiçbir zaman bir davet almadım, ama bu, ilerlememi de engellemedi.
Aslında, ben sıradan bir adamım.
Belki de tek olağanüstü özelliğim, belli bir tevazuya sahip olmam.
Ve yine de, 64 yaşında, hizmetteki en karmaşık uçaklardan biri olan Airbus A350’yi uçurmayı öğrenmek zorunda kaldım.
25 yıl boyunca, nispeten basit bir uçak olan Boeing 767 kullandım.
Daha önce hiç Airbus uçurmamıştım ve Airbus, neredeyse her açıdan Boeing’den tamamen farklı çalışıyordu.
Delta’da A350 için başlangıç sertifikasına başvuran en yaşlı kişiydim.
Bana açıkça söylediler: “Benden çok daha genç pilotlar bile bu eğitimi son derece zor buluyormuş. Ve benim yaşımdaki biri için bu başarı neredeyse imkânsız olabilirmiş.”
Uçak inanılmaz derecede karmaşıktı.
Eğitim kitabı tam 7.000 sayfadan oluşuyordu.
Sayısız eğitim videosu, altı hafta süren simülatör çalışmaları, zorlu elektronik ve sözlü sınavlar…
“Bırak bu işi, yaşlı adam, bu senin gücünü aşar” diyorlardı.
Ne büyük saçmalık!
Eğitimi tamamladım ve beklentilerin aksine, zorlanmadım bile.
1991’de, 34 yaşındayken MD-11 için eğitim aldığımda ne kadar zorsa, A350 de ancak o kadar zordu.
Oysa A350, çok daha büyük bir zorluktu.
30 yıl geçti, ama öğrenme kapasitem hiç azalmadı.
Bu zorlu programı en ufak bir güçlük çekmeden tamamladım.
Eğer ben, 60 yaşımı geçmişken, bu kadar karmaşık bir beceriyi zorlanmadan öğrenebiliyorsam, herkes öğrenebilir.
Peki, insan ne zaman öğrenmeyi bırakır?
Bazıları için bu 30 yaşında olur, bazıları için 40, 50…
Ama herkes farklıdır.
Kimi zihinler keskin ve güçlüdür; Öyle ki 90 yaşına kadar bile kolaylıkla öğrenmeye devam edebilirler.
O yüzden;
Hiçbir şey için kesin hüküm vermeyin.
Kendinize sınır koymayın.
Ve asla birini sadece yaşı nedeniyle küçümsemeyin.
Çünkü çoğu, en az sizin kadar zeki ve yeteneklidir.
Hatta belki daha da fazla.
Her insana saygıyla yaklaşın.
Özellikle de yılların içinden geçmiş olanlara.
Çünkü bir gün, onların yerinde olacaksınız.
Ve birinin size saygıyla bakmasını, size değer vermesini ve elini uzatmasını siz de isteyeceksiniz.