Fransızca kökenli bir kelime olan “Pert”, Türk Dil Kurumu'na göre “Değersizleşme, Zarar görme” şeklinde tanımlanıyor. Günümüzde bir aracın, trafik kazası ya da herhangi bir olay sonrasında “Kullanılamaz hale gelmesini tanımlamak için” kullanılıyor.
Klavyemin başında harflere bakıyorum, onlar da bana bakıyor.
Hiç yazasım yok, zira ellerim kıpırdamıyor.
Vücudum kırık.
Resmen “Pert” oldum.
Yani mecaz anlamda trafikten “Men…”
Beynim “Haydi yazsana yarın için köşe yazısı bekliyorlar” derken, vücudum, “Git yat!” diyor.
Ama görev kısmı ağır basıyor ve eskisi kadar hızlı olmasa da yazmaya başlıyorum.
Başım müthiş bir şekilde ağrıyor.
Öksürük nöbeti her 5 dakikada bir geliyor ve ciğerlerimi patlatacak şekilde gırtlağımı da yırtarak dışarı fırlıyor.
Engel olma şansım yok.
Eşim de aynı şekilde.
Şu belirtilerin hepsi bende var:
Ateş,
Öksürük,
Boğaz ağrısı,
Yorgunluk,
Burun akıntısı,
Baş ağrısı,
Kas ağrısı,
İştahsızlık.
Bu virüse karşı bize önerilen vitaminleri, Aferinleri, karanfilleri aldık,
Ateş düşürmek için Aleo vera ve sirke sürmediğimiz yer kalmadı.
Öksürük için sırtımızı viksledik, tentürdiyot kafesi bile yaptık.
Ama nafile.
Hastanelerin yoğun bakım ünitelerinin dolduğu söyleniyor.
İlçe hastanelerine sevkler yapıldığı halk arasında anlatılıyor.
Siz hala yakalanmadıysanız kalabalıklardan uzak durun,
Virüslüler de maskesiz gezmesin.
Kuluçka döneminin 2 gün olduğu açıklanan bu virüsün hemen bir hapla, iki şurupla geçeceğine inanalar yanılıyor.
Geçti derken yeniden başlıyor.
Anlayacağınız “Pert olmuş bir halde” evde yatak, yorgan yatıyorum.
Ne zaman ayağa dikileceğiz, Allah bilir.
Bu arada belki inanmayacaksınız ama tam 5 kilo vermiş durumdayım.
YENİDÜNYA
Bizim yenidünya dediğimiz meyveye Lübnanlılar eskidünya diyorlar.
Yenidünya veya malta eriğinin bilimsel adı "Eriobotrya Japonica"
Tercümesi; “Japon eriği.”
Anadolu topraklarına ve dolayısıyla dilimize tam olarak ne zaman girdiğine dair bilgi yok fakat portakal ve Portekiz örneğinin aksine doğrudan diğer adından anlayacağınız üzere Malta'dan geldiği kesin.
Yenidünya denmesinin sebebi de büyük ihtimalle Batı'dan geliyor olması.
Biz yenidünya diyoruz da Lübnanlılar niye "Akideneh/Akidineh/Akedene" yani "Eskidünya" diyor?
Büyük ihtimalle Osmanlıca yazıların anlaşılamamasından kaynaklanıyor.
Osmanlıca "Yenidünya" yazmak için "ye-kef-ye-dal-nun-ye" harflerine ihtiyacımız var.
Kef, üzerinde üç nokta ile yazılıyor ki diğer seslerle karışmasın, adı da "kaf-ı nuni"
Bunu biliyoruz ve nazal olarak okuyoruz.
Mesela "deniz" yazacak olsanız "dal-kef-ze" harfleri gerekecek. Yani "nun" ile aynı ses değil.
Arapça okumayı bilen başkaları bunu düz "ke" sesi sanıyorlar ve "ekidenye" diye okuyup kendi dillerine geçiriyorlar.
Bu meyveye İngilizcede "loquat", coğrafi olarak bize yakın olan Yunancada "Mousmoulia" deniyor.
Biz de “Muşmula” diyoruz ama yenidünya, Türkçedeki muşmula değil.
Aynı kavram karışıklığı İtalyancada daha kötü çünkü yenidünya olan muşmulaya da, muşmula olan muşmulaya da "Nespolo" diyorlar.
Peki “Muşmula veya Döngel” nedir?
Gerçek muşmulanın bilimsel adı "Mespilus Germanica."
İngilizcede "medlar", Yunancada ise "Mespilon" diye geçiyor.
Erikten ziyade elmaya yakındır.
Adında Alman geçiyor olmasına rağmen yetiştiği bölgeler daha çok Balkanlar, Karadeniz’in güneyi.
Yani bize göre Anadolu’nun kuzeyi, Kafkasya ve Kuzey İran’dır.
Muşmula gerçek muşmuladır.
Yenidünya adeta bir dış mihrak gibi bu topraklara düşmüş ve muşmulanın adını çalma teşebbüsünde bulunup kafaları karıştırmıştır.
Şu anda bir Yunana “Muşmulayı” sorarsanız “Döngel” olan muşmulayı gösterecektir.
Peki niye yenidünyaya da “Muşmula” deniyor, bilinmiyor.
BUĞDAY
1948 yılına kadar Türkiye'de fırından satın alıp yediğimiz ekmek Esmer Ekmekti.
Hamurda kullanılan maya, ekşi maya olarak evlerde üretilirdi, organikti, doğaldı. Sofrada doyduğumuzu bilirdik.
Ama ne yazık ki Amerika Birleşik Devletleri;
Anadolu’nun 14 kromozomlu Siyez buğdayı ile 28 kromozomlu Kavılca buğdaylarının genleriyle oynayarak 48 kromozomlu “Cüce Buğday” türü geliştirinceye kadar.
Sapının kısalığından dolayı bu buğdayımsı “Cüce buğdaylar” Pakistan ve Hindistan’a da ihraç edildi; üretim rekoru kırıldı!
Daha sonra dünyanın verimli topraklarının ve buğdaylarının kimyasal gübrelerle, zehirli ilaçlarla tanışma dönemi başladı...
Hiç kimse gelecek olan tehlikenin farkında değildi.
Oysa buğdayın genetiğiyle sürekli oynanıyordu!
Ortaya çıkan “Buğdayımsı” bir şeydi!
Kavılca ve siyez artık tanınmaz hale gelmişti…
ABD, 1950’den sonra “İhtiyaç fazlası” ve “Yardım” adı altında bu buğdayımsı ürünü Türkiye’ye kabul ettirdi...
Türkiye kurak geçen yıllarda ucuz buğdayımsı "Cüce buğday" adını verdiği, genetiğiyle oynanmış GDO'lu bu buğdayı ithal etmeye başladı...
Ülkemizde gluten, çölyak, diyabet, her türlü otoimmün hastalıkları, obezite, diyabet, alzheimer, demans, dikkat eksikliği vb. nörolojik hastalar ve romatizmal hastalıkların nüfusa oranı ve sayısı adeta patladı...
Menderes’in liderliğini yaptığı iktidarın vaadi, 10’dan fazla katkı maddesi içeren endüstriyel beyaz undan yapılan “Beyaz Ekmek”ti.
Medya beyaz ekmeği, kalite, zenginlik, refah ve zenginlik göstergesi olarak vatandaşa sundu.
Halk beyaz ekmek yedikçe, acıktı. Acıktıkça, beyaz ekmek yedi...
Kısa bir süre sonra “Ekmeksiz doymuyorum.” durumuna getirdi vatandaşı.
Tıka basa ekmek yemenin sonucu insanların sağlığı bozuldu tabii.
Şeker hastası olduk, alerji olduk ve hastalıklar ardı ardına sıralanmaya başladı.
Fiyatı çok daha pahalı olan kara ekmeğin, aslında hem bütçe, hem sağlık açısından çok daha ucuza geldiğini, bir kaç kişi dışında, hiç bir beslenme uzmanı halka anlatmadı!
Bugün;
Dünya ekmek tüketim ortalamasının beş katı kadar ekmek tüketiyoruz!
Dünyada çöpe en fazla ekmek atan ülke Türkiye...
Peki neden 195 ülke insanlarından daha fazla ekmeği çöpe atıyoruz?
Biz çok mu aç gözlüyüz çok mu savurganız?
Biz çok mu şımarık olduk, biz tasarruf etmek ne demek umuttuk mu?
Beyaz ekmek, dünyanın en çabuk bozulan ekmeğidir...
Yıllardan sonra Marshall Yardımı ile Beyaz Ekmek yemeye başlayan Avrupa ülkeleri, sonunda beyaz Ekmek yemeyi bıraktı. Ama biz Türkiye'de hala beyaz ekmek yemeye devam ettik!
Neden?
Beyaz ekmek ile Tam Buğday ekmeği arasındaki farkı, daha yeni yeni anlamaya başladık...
Hastalıklardan korunmak için ilaçlara değil, sağlıklı besinlere sarılmamız gerekiyor.
Sağlıklı içecekler içmek gerekiyor,
NBŞ nişasta bazlı şeker, endüstriyel tatlandırıcı (600.000 kat tat veren ürünler) kullanarak yapılmış her türlü şekerli, asitli gazlı içeceklerden uzak durmak gerek.
Yine NBŞ kullanılarak yapılan gofret, çikolata, bisküvi vb abur cubur ürünlerden mutlak şekilde uzak durmak gerek.
Tüketici artık parasını neye verdiğini bilmeli.
Yerli ata tohumu ve geleneksel tarım ile üretilmiş, GDO’suz, kimyasal ilaç ve gübre kullanılmayan, kimyasal katkı maddesi içermeyen gıda talep etmelidir...
Ata tohumu ile üretim yapan çiftçiler devlet tarafından desteklenmelidir...
Sağlıklı bir hayat için doğal, sağlıklı, organik gıdalar ve sağlıklı içecekler seçmek zorundayız...
MEDENİKANUN
Yıl 1926
Şubat 17.
Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan Cumhuriyetimizin hukuk alanındaki en büyük devrimlerinden olan Türk Medeni Kanunu kabul edildi.
Laiklik çerçevesinde bireyler eşit ve özgür yurttaşlar haline getirildi.
Türk Medeni Kanunu özellikle Kadın Haklarının güvencesi oldu.
Kadınlarımız;
Evlenme,
Boşanma,
Mal varlığı edinme,
Miras gibi özel yaşamlarına ilişkin haklar bakımından erkeklerle eşit konuma getirildi.
Erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmaya ilişkin düzenlemeler kaldırılarak, evlilikte resmi nikâh zorunluluğu, tek eşle evlilik esası getirildi.
Kadınlara boşanma hakkı,
Velayet hakkı ve
Malları üzerinde tasarruf hakkı,
Mahkemede tanıklık yapma,
Eşit miras hakkı tanındı.
Böylece kadın-erkek eşit hale getirildi.
Türk kadınının iktisadi, siyasi ve sosyal yaşama katılımının önündeki engeller kaldırıldı.
Medeni, siyasi ve kültürel haklar yönünden eşitliği sağlandı.
Çağdaş bir toplumda kadının hak ve özgürlüklerine kavuşmasının önü açıldı.
Cumhuriyetimizin kurucu felsefesine bağlı kalarak, kadın-erkek eşitliğini demokrasinin gereği olarak görüyoruz.
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü Türk Medeni Kanununun kabulünün 99. Yıldönümünde minnet ve saygıyla anıyoruz.
Tüm bu haklara bağlı olarak 5 Aralık 1934’te Türkiye Cumhuriyeti Türk Kadınına “Seçme ve seçilme hakkı” verilmesi Cumhuriyet’in “Kadın haklarının” önemli bir eşiği olmuştur.
17 Şubat 1926’da ki Medeni Kanunu’nun kabulü sonrası 5 Aralık 1934 tarihinde Anayasa ve Seçim Kanunu'nda yapılan değişik ile kadınların ilk kez oy kullanmasının ve aday olabilmesinin önü açıldı.
Türkiye Cumhuriyeti;
Fransa ve İtalya’dan 11,
Romanya’dan 12,
Bulgaristan’dan 13,
Belçika’dan 14,
Yunanistan’dan 15,
İsviçre’den ise 36 yıl önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan öncü bir ülke olmuştur.
1926 yılında Türk Medeni Kanunu’nun kabulünden sonra Atatürk’ün, eşitlikçi devrimlerinin bir devamı olan bu haklar, kadınların toplumsal hayata güçlü şekilde katılmasında ve Türk toplumunun çağdaşlaşmasında büyük bir aşama olmuştur.