Geçen haftadan bildiğiniz üzere bizim evin kadınları “Börekçi” açmaya karar vermişlerdi.
Zaten hatırlarsanız yaz aylarında annemin ürettiği koruk suyu epey iş yapmış, meşhur olmuştu.
Kışın da iş olsun diye “Börekçilikte” karar kılınmıştı.
Büyük heyecanla ertesi günü benim kahvenin sırasındaki kiralık dükkâna bakmak için yola çıktık.
Kapısına vardığımızda, camda asılı olan “Kiralık” yazısının alındaki telefon numarasını aradık.
Telefondaki “Yarım saate kadar gelebileceğini, gelince bu telefondan arayacağını” söyledi.
Biz de kahveye geçtik, beklemeye başladık.
Neyse uzatmayalım biz dükkânın sahibi ile buluştuk.
Adam sarıklı, cübbeli gençten biriydi.
“Buyurun ben Samet” dedi, “Bu dükkânın sahibinin oğluyum, babam umrede. Onun yerine bakıyorum” dedi.
“Peki, sizinle mi anlaşacağız yoksa babanızın umreden dönmesini bekleyecek miyiz?” diye sordum.
“Ben yetkiliyim evelallah” dedi.
“Aylık ne istiyorsunuz bu dükkâna?” diye sorunca o da soruyla cevapladı beni;
“Siz ne dükkânı açacaksınız?”
“Kısmet olursa annem ile eşim börekçilik yapacaklar” dedim.
Yine sordu:
“Kadınlar mı çalıştıracak yani?”
“Evet, bir mahsuru mu var?”
“Yani, şey… Ben öyle düşünmemiştim, babama sormam lazım” dedi.
“Ne alakası var? Kadınlar çalışamaz mı yani?”
“Kusura bakmayın babama sormam lazım, benim karar vereceğim bir mevzuu değil” dedi ve telaşla vedalaşıp gitti.
Şaşırdık ve orada arkasından bakakaldık.
Hiç beklememiştik böyle bir şey.
Mecburen arabaya binip eve geldik.
Gülay; “Vazgeçelim başka dükkân mı yok” dedi.
Annem; “Orasının olması şart değil” dedi.
“Tamam” dedim, “Ben başka dükkânlar bakayım o zaman” dedim ve çıktım evden.
Arabayla caddede yavaş yavaş ilerliyorum.
Dükkân bakıyorum yani.
Bizim Emlakçı Ekrem Ağabeye rastladım.
Selam verdi, el ederek beni durdurdu.
Sağdaki camı açtım, başını uzattı içeri ve sordu:
“Hayrola Rüstem ne bakınıyorsun öyle sağa, sola?” dedi.
“Sorma Ekrem Ağabey, dükkân bakıyorum kiralık. Börekçi açacağız da.”
“Rüstem kiralamaya ne gerek var? Gel sana hazır dükkân vereyim. Hem de sudan ucuz. Şimdilerde dükkânlar pek para etmiyor, kimse ne alıyor, ne kiralıyor. Zira ekonomik durumdan dolayı çoğu kimse hazır dükkânını bile kapatıyor. Fırsat bu fırsat, gel dükkân satayım sana…”
Pek mantıksız da değildi hani.
“Gel hele bakayım yanıma Ekrem Ağabey, konuşalım bu konuyu” dedim aldım arabaya ve doğru onun ofisine gittik.
Bana birçok seçenek gösterdi.
Gittik baktık, ben beğendim bir tane.
Bizim kahveye de yakındı zaten.
“Nasıl ödenecek bu?” diye sordum,
“Madem kadınlar çalıştıracak, o halde çalışıp ödesinler” dedi Ekrem ağabey.
Mantıksız değil vallahi.
“4 milyona bağlarız” dediğinde hele çok mantıklı gelmişti gözüme.
“Biraz birikim var, biraz da kredi çekeriz” diye düşündüm.
Hemen eve gittim.
Aldım kızları “Gelin size dükkân buldum” diye.
Satın alacağımızı söylemedim.
Önce dükkânı beğensinler istedim.
Zaten Ekrem Ağabey de gelmişti.
Dükkânı öylesine anlattı ki ballandıra ballandıra, olsa üç tane daha alasım geldi.
O kadar yani.
Kızlar bayıldı tabi.
Alt katı vardı ayrıca.
“İmalathane yaparız” dediler.
Epeyce genişti zaten.
50 metrekare vardı.
Müşterilere yeter de artardı.
Büyük ihtimal ayakta sıcak satış yapılacaktı.
Kızlar fiyatını duyunca biraz nazlandılar ama “Madem çalışmak istiyoruz, öderiz” dediler.
Mal sahibi ile yaptık pazarlığı, Ekrem Ağabey de komisyonda indirim yaptı biz dükkânı 3 milyon 750’ye aldık.
“Hayırlı olsun” dedik el sıkıştık.
O sıra telefonum çaldı.
Arayan bizim hacıydı.
“Alo buyurun” dedim.
“Ben dükkân sahibi Samet, babam dükkânı kiraya veremeyeceğini söyledi size iletmek istedim.”
“Sağol kardeşim, biz de zaten yeni dükkân aldık, size hayırlı kiracılar olsun” dedim kapattım telefonu.
ATLET
1912 yazı, İsveç Olimpiyatları.
“Sac and Fox” kabilesinden bir Amerikan Yerlisi olan “Jim Thorpe”, dünyanın en büyük atletini belirleyecek dekatlon da dahil olmak üzere dört etkinlikte ABD'yi temsil ediyordu.
Dekatlon üç gün boyunca gerçekleşti. İkinci günün sabahı Jim, yarış için eşofman ayakkabılarını almaya gittiğinde kaybolduklarını gördü.
Yeni bir çift satın alacak bir mağaza olmadığı için, o ve koşu koçu çöp kutularını taramaya gitti.
Atılmış bir çift ayakkabı aradılar.
Koçu bir sağ ayakkabı, bir de sol ayakkabı buldu.
Farklı stillerdi, farklı bedenlerdi.
Bir ayakkabı tam oturdu.
Ama diğeri çok büyüktü.
Zaman kısıtlamaları göz önüne alındığında en iyi seçenek buydu.
Yani büyük ayakkabıyı ayağına uydurmak için mecburen ayağına iki çift çorap giydi.
Eşofman ve ayakkabılarını giyen Jim, koşuları birinci sırada bitirdi.
Sadece kazanmakla kalmadı ve yaklaşık 700 puan farkla kazandı.
Jim evine döndü.
Broadway'de bir geçit törenine katıldı.
Onun adı artık tüm gazetelerdeydi.
Ulusunun gururu olmuştu.
O, dünyanın en büyük atletiydi.
BASAMAK
Demirel anlatıyor;
“39 yaşında Başbakan oldum. Ana muhalefet lideri İnönü idi.
Yeminle söylüyorum, Onunla görüşmeye giderken dizlerim titrerdi.
Ben alt tarafı Çoban Sülü.
O ise Garp Cephesi kumandanı, Cumhuriyet’in İkinci Adamı idi...”
Seçimlerden %50 oy alıp başbakan olarak çıkan Süleyman Demirel, meclisin ilk günü meclis binasında İsmet İnönü ile karşılaşır.
İnönü sorar;
-“Meclisin kaç merdiveni var, Süleyman bey biliyor musun?”
Demirel,
-“Bilmiyorum efendim!..”
Beklemediği bir soruyu yanıtsız bırakan Demirel içten içe bozulmuştur.
Birkaç gün sonra yine mecliste İnönü'nün yanına giden Demirel kulağına eğilerek;
-“Efendim, meclisin 220 merdiveni var!” der.
-“Kime saydırdın?” diye sorar İnönü.
Demirel:
-“Bizzat ben saydım efendim!” der.
Ve bunun üzerineDemirel, İnönü'den tarihi bir söz duyar;
-“Bak Süleyman, lider odur ki zor işlerle uğraşsın.
Lider basit işleri kendi yapmaz.
Bak mesela ben meclisin kaç merdiveni olduğunu bilmiyordum.
Sana saydırdım...”
EŞEK
Eşek bir defa gittiği yolu asla unutmazmış, bu yüzden değerli ve makbul kurban sayılan “Develere kılavuzluk” yaparlarmış...
??Eşek, bir mühendis gibi yokuşları matematiksel bir eğimle kat ederek, kısa mesafeleri de virajlar alarak çıkarmış.
??Eşek, bir kere düştüğü çukura ikinci kez düşmediği gibi, bir kere bastığı bataklığa
bir daha basmazmış...
??Eşek, sıpasını doğururken kimseden yardım almaz, bakımını ve eğitimini kendisi verirmiş...
??Eşek, kendine iyilik yapanı da, kötülük yapanı da asla unutmazmış...
??Eşeğin gözleri harikadır, yakından bakınca içinde kaybolursunuz...
??Bu yüzden bazı insanımsı yaratıklara eşek demek, eşeklere yapılmış hakaret olusayılırmış...
1950’li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye’ye.
“Küçük Amerika olacağız” diye ilk heveslendiğimiz günler.
Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış.
O zamanlarda bizde yol güzergahını belirleyecek alet yok, eleman yok..
Nafia mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar şerit metre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış.
Bunu gören Amerikalı mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş:
-“Ne yapıyorlar böyle?”
-“Rampada yolun güzergâhını belirliyorlar.”
-“Nasıl yani, anlayamadım?”
“-Eşek %7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergâhı belirliyoruz.” demişler.
Amerikalı katılarak gülmeye başlamış.
Yatışınca da sormuş:
-“Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?”
Yetkili cevap vermiş:
-“Amerika’dan mühendis getirtiyoruz.”
PRATİK ZEKÂ
Bir öğretmen, trende bir çiftçinin yanına oturur.
Kısa sürede sıkılan öğretmen, vakit geçirmek için bir oyun önerir.
“Size küçük bir oyun teklif ediyorum” der öğretmen ve devam eder, “Ben size bir soru sorarım. Eğer cevabı bilmiyorsanız, bana 5 lira verirsiniz. Sonra siz bana bir soru sorarsınız. Eğer ben bilemezsem, size 500 lira veririm. Ne dersiniz?”
Çiftçi meraklanır, başını sallar ve kabul eder.
Öğretmen başlar: “Dünya ile Ay arasındaki tam mesafe nedir?”
Çiftçi tek kelime etmeden cebinden 5 lira çıkarır ve öğretmene uzatır.
Şimdi sıra çiftçidedir.
Bir an düşünür, sonra sorar:
“Hangi hayvan üç ayakla dağa tırmanır, dört ayakla iner?”
Öğretmen afallamıştır.
Kafasını zorlar, tüm bilgisini gözden geçirir, notlarına bakar ve mantıklı bir açıklama bulmaya çalışır.
Ama nafile.
Sonunda pes eder, cüzdanından 500 lira çıkarır ve çiftçiye uzatır.
Çiftçi parayı alır, memnun bir şekilde gülümser ve rahatça uyumak için arkasına yaslanır.
Ancak öğretmen, meraktan kudurmuş bir halde, soruyu cevapsız bırakmaya dayanamaz.
Çiftçiyi uyandırır ve ısrar eder:
“Peki, bu hayvan hangisi?”
Çiftçi tek kelime etmeden cebinden 5 lira çıkarır, öğretmene uzatır ve “Ben de bilmiyorum” der ve huzur içinde uyumaya devam eder.
BİSİKLET
19 Temmuz 1962'de José Meiffret, Almanya'nın Freiburg kenti yakınlarındaki bir Alman otobanında bir Mercedes-Benz 300SL'nin arkasında 124,73 km/s hıza ulaşarak dünya hız rekoru kırdı.
Rekor, 20 kg ağırlığında,
130 dişli zincir dişlisine sahip ve ahşap jantlarla donatılmış bir bisikletle kırıldı.
Gerçek bir mühendislik eseri “Ters çatal, aşırı vites ve güçlendirilmiş lastikler”, temel unsurlardan sadece birkaçıydı.
Her pedal vuruşu insanüstü bir güç gerektiriyordu.
Teknik ustalığın ve insan kararlılığının mükemmel birleşimini temsil eden bir girişimdi bu…
Sonuç;
Bisikletle: 124,73 km/saat