Eğer bir gün bunama veya Alzheimer kapımı çalarsa, ailemin ve sevdiklerimin bu mesajı yanımda tutmasını isterim.
Okumalarını, hatırlamalarını ve benim yönümü kaybettiğimde ilham almalarını isterim.
1. Bana nazikçe yaklaşın.
İçeri girerken sadece “Merhaba, ben …” diyerek adınızı söyleyin. Bana beni tanıyıp tanımadığınızı sormayın; bu soru tahmin ettiğinizden fazla incitebilir.
2. Dünyama girin.
Eskiden var olan birini beklediğimden bahsedersem, beni düzeltmeye çalışmayın. Benim evrenim farklı olabilir ama bu bana huzur verir.
3. İnançlarımı çürütmeyin.
Sözlerim tuhaf görünse de bunlar benim yönlerim. Onları kırmak yalnızca kafamı karıştırır.
4. Bunu kişisel algılamayın.
Yüzünüze isim koyamazsam, bu sizi reddettiğim anlamına gelmez. Belleğim kayboluyor olabilir, ama kalbim hâlâ hatırlıyor.
5. Bana onurlu kalma imkânı verin.
Hareketlerim beceriksiz olsa da denememe izin verin. Biraz bağımsızlık bırakın.
6. Açıklamalarınızdan önce elinizi uzatın.
Kaybolduğumda, nazik bir dokunuş bin sözden daha değerlidir.
7. Bana saygıyla konuşun.
Artık bir çocuk değilim. Hâlâ saygıdeğer bir yetişkinim.
8. Tutkularımı yeniden canlandırın.
Bir melodi, bir yürüyüş, bir kitap sayfası… Zevklerim hâlâ canlıdır, ne kadar kırılgan olsam da.
9. Mutlu anılarımı uyandırın.
Geçmişten bir hikâye sorun. Şimdi anlatamadığımı, bazen anılarımla açıklayabilirim.
10. Huzursuzluğumu anlayın.
Sinirliysem açlık, acı veya korku olabilir. Yargılamadan önce nedeni arayın.
11. Bana nasıl davranılmasını istiyorsanız öyle davranın.
Hâlâ bir bütünüm; kırılganlıklarım var ama insanlığım da var.
12. Sessiz ihtiyaçlarımı öngörün.
Bir bardak su, atıştırmalık, battaniye… Bazen bu küçük detaylar endişemi yatıştırır.
13. Ben yokmuşum gibi konuşmayın.
Sessizlikte bile duyuyorum. Uzakta olsam bile hissediyorum.
14. Yükü tek başınıza üstlenmeyin.
Yardıma ihtiyacınız varsa isteyin. Bu başarısızlık değil, bir sevgi göstergesidir.
15. Beni ziyaret edin.
Gösteremesem de varlığınız bir çapa, dünyaya bağlanmamı sağlar.
16. Hatalarımı affedin.
İsimlerinizi veya yüzlerinizi karıştırırsam kızmayın. Bu hastalık, ben değilim.
17. Müziğimi duyurun.
Sevdiğim şarkılar ruhumu uyandıran anahtarlardır.
18. Garip hareketlerime saygı gösterin.
Bir nesneyi sürekli kucağımda tutmam veya aynı şeyleri taşımam, kendimi güvenceye alma yöntemimdir.
19. Beni hayattan uzaklaştırmayın.
Farklı katılsam da, gülüşleri, yemekleri ve aile anlarını tadabilmeme izin verin.
20. Basit dokunuşlarınızı sunun.
Bir gülümseme, omuza dokunuş, sevgi dolu bir bakış… Bu dili hâlâ anlıyorum.
21. Ben kimim hatırlayın.
Unutmanın ve sessizliğin ardında hâlâ benim. Belki daha kırılganım, ama hâlâ sevginizi hak ediyorum.
.
Bu mesaj, bunama ve Alzheimer hastası tüm insanlara bir saygı duruşu ve onları her gün sabır, şefkat ve cesaretle destekleyenlere teşekkür niteliğindedir.
(Alıntı: Gülden)
.
Yaşlı bir adam, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış...
Sokaktan geçenler yaşlı adamı hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.
Hemşireler, önce pansuman yapmışlar ve “Biraz beklemesini ve röntgen çekerek herhangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini” söylemişler.
Yaşlı adam huzursuzlanmış ve “Acelesi olduğunu, röntgen istemediğini” söylemiş.
Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.
“Eşim huzurevinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum” demiş.
“Eşinize haber iletir, gecikeceğinizi söyleriz” deyince, yaşlı adam üzgün bir ifade ile “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiçbir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor” demiş.
Hemşireler hayretle “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?” diye sormuşlar.
Adam buruk bir sesle şöyle demiş:
“Ama ben onun kim olduğunu biliyorum.”
KÖTÜLÜK
Sen hiç dalına küsen ağaç, gördün mü kardeş?
Ya da dikeninden, yaprağından utanan gül...
Su toprağa tohuma, gönül koyar mı hiç?
Rüzgâr kıskanır mı, yağmuru, bulutu?
Hangi kuş aç bırakır, açıkta koyar yavrusunu?
Hangi kurt, başka bir kurda acı verir?
Köpek bile yalamaz mı sevdiğinin yarasını?
Bilmez mi, çiçek arının, arı çiçeğin hatırını?
Sen hiç işkence yapan, aslan gördün mü kardeş?
Ya da hangi sincap, kırmıştır komşusunun kalbini?
Hangi hayvan orman yakar, yuva yıkar?
Hangi hayvan, ilk önce sevdiğine kıyar?
Milyonlarca farklı böcek türü var yeryüzünde.
Kaçı savaşmıştır birbiriyle, kaçı katliama uğramıştır?
Kaç aslan, sürgün edilmiştir yerinden yurdundan?
Kaç kartal, gökyüzünde özgür diye taşlanmıştır?
Sen hiç, yalan söyleyen yıldız gördün mü kardeş?
Ya da başkasının kederine, keyiflenen yakamoz?
Hangi dağ, eteğindeki köyü üzmüştür?
Ve hangi ırmak, ihanet etmiştir aktığı denize?
.
Sadece insandır, insanın cehennemi.
İçindeki ateşte, en çok kendi kavrulan...
Yaşıyor, kötülük ede ede.
Yaşıyor, kötülük bula bula!
(Alıntı)
TİTANİK
O Batmadan 14 yıl önce birisi çıktı ve olacak her şeyi en ince ayrıntısına kadar yazdı...
Birisi bu konuya yakın bir bakış atmış.
.
Kahramanımız Morgan Robertson (1861-1915)
Genç bir denizci iken işleri iyi gitmeyince New York’ta kuyumculuk yapmaya başlar ve amatörce hikâyeler yazar.
.
Tesadüfen yazdıkları acayip satılır, iyi para kazanır ve bunun üzerine epeydir aklında olan, eski mesleğinden aşina olduğu konularla ilgili bir roman yazmaya girişir...
.
Roman biter, basılır ama pek ilgi görmez satılmaz…
Yıl 1898’dir.
.
Peki, ne anlatmaktadır bu roman?
Romanda büyük bir gemi vardır. İngiltere’den yola çıkar, Newyork’a gitmektedir ama yolda bir buzdağına çarparak batar.
.
Hemen ne düşündünüz?
Elbette Titanik…
Batışından tam 14 yıl önce yazılmış bir romanda benzer bir tema.
Eğer benzerlik bu kadarla sınırlı kalsaydı çok da ilgi çekmez şaşırtıcı olmazdı ama şimdi sıkı durun...
.
Robertson'un romanındaki gemi Southampton Limanından yola çıkıp New York’a gidiyordu.
14 Yıl sonra Titanik de Southampton Limanından yola çıkıp New York’a gitmek üzere hareketlenmişti.
.
Romandaki gemi ile Titanik arasında sadece 25 metre fark vardı.
Romandaki gemi 244 metre,
Titanik 269 metreydi.
.
İki geminin ağırlıkları da çok yakındı.
Robertson romanındaki gemi 70.000 ton ağırlığında idi,
Gerçek Titanik ise 66.000 tondu.
.
Her iki geminin de üç pervanesi vardı ve her ikisin de yolcu kapasitesi 3000 idi.
.
Romandaki gemi dolu olarak 3000,
Titanik ise 2228 yolcu taşıyordu.
Gerek romandaki hayali gemiye de, gerçek Titanik'e de Avrupa'nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.
.
Her iki olaydaki gemiye de “Asla batmaz” denilmişti.
Robertson'un romanındaki dev gemi, New Foundland yakınında; Kuzey Atlantik'te bir buzdağına çarparak battı ve işte belki de en inanılmaz ama gerçek kısım.
Zira Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, aynen romandaki benzeri gibi bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.
.
Ve her iki gemide de; yeterince cankurtaran filikası yoktu…
.
Robertson romanındaki gemide 24 filika bulunduğunu yazıyordu...
Titanik'te ise 20 filika vardı ve bu yüzden can kaybı büyük oldu...
.
Her iki geminin yolculuğu da Nisan ayında idi.
Darbe hızı, darbe zamanı, etki noktası gibi pek çok teknik bilgi de ya aynı ya da çok benzerdi.
.
Peki geliyoruz sona…
Asıl sürpriz burada.
Robertson romanındaki gemiye hangi adı vermişti dersiniz: “Titan…”
.
Ne dersiniz, bu kadar tesadüf nasıl bir araya gelmiş olabilir.
Denizcilik geçmişinden dolayı bu benzerliği normal karşılayanlar yanında daha sıklıkla yapılan yorum şuydu:
Robertson’un psişik yetenekleri olduğu yönünde çünkü bu kadar olmasa da kehanetlerle dolu başka kitapları da vardı.
.
Robertson başarısız bir yazar olarak Mart 1915’de bir otel odasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Tabi bu kadar bilgiyi tesadüfi olarak nasıl birleştirdiğinin sırrı da onunla birlikte gitmiş oldu.
(Alıntı)
BİRAZ TEBESSÜM
Çankaya Yokuşundan inmekte olan kamyon kırmızı ışıkta durur.
O sırada bir Sarışın kadın camını açar, bağırır:
“Şoför Bey, arkadan yükünüz yola dökülüyor. Haberiniz olsun.”
Sürücü oralı olmaz.
Yeşil ışıkta basar gider.
Sarışın bozulmuştur.
Bir sonraki ışıkta tekrar yakalar.
Yine bağırır.
Kamyon şoförü yine aldırmaz.
Yine basar gider.
Derken bir kırmızı ışık daha.
Bu kez sarışın arabadan iner.
Kamyon şoförüne camı indirmesini söyler.
Başlar bas bas bağırmaya:
“Siz kaç seferdir, ‘Yükünüz yola dökülüyor’ diyorum. Beni neden takmıyorsunuz?”
Şoför bıkkın bir şekilde:
“La git… Çankaya Yokuşunda buzlanma var. Ben de tuz döküyorum.”
DİYETLER
Etrafımda diyet yapan dolu.
Üstüne spor yapanı da cabası.
“Neredeydin?”
“Spordaydım şekerim”
“Faydasını görüyor musun?”
“Bilmiyorum ama hoşuma gidiyor…”
.
Komşu hanım pazardan gelirken yolda gördüğü komşusuna anlatıyor:
Diyetisyene gittim, dedi ki;
“Beyaz ekmeği bırak, kepeklisini ye.”
Ben de sordum, “Kepeklisi kaç kalori?”
Kadın gülerek devam ediyor anlatımına:
“Aynı” dedi, “Sadece kepeklisini yerken daha suçsuz hissediyormuş insan kendini!”
.
Buradan çıkan sonuç şu:
Meğer modern diyetin sırrı açlık değil, vicdan rahatlığıymış.
.
Hani demiş ya diyetiyen;
“Bir dilim ekmek ye” diye
Obez sormuş: “Enine mi, boyuna mı keseyim dilimi?” diye
.
Doktor: “Evladım bir kibrit kutusu peynir, üç tane zeytin, yarım dilim ekmek, yarım haşlanmış yumurta yiyeceksin” demiş.
Temel “Tamam” demiş çıkmış kapıdan.
Biraz sonra geri gelmiş;
“Doktorcuğum bunları yemekten sonra mı? Yoksa önce mi yiyeceğim?”
.
Anlaşıldığı üzere bizim millete diyet yapmak zul geliyor.
Etrafımda diyetle zayıflayanı görmedim.
Bu gidişle de göreceğim de yok hani…