Salı günü Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) İnşaat Mühendisleri Odası Çanakkale Şubesi “Çanakkale’de Olası Depreme Karşı Yapı Stokunun Durumu” konulu bir basın açıklaması yaptı.
Bana da yolladıkları e-mail’de şu açıklamalar var.
Öncelikle;
Ülkemizin aktif fay hatları üzerinde yer aldığı, Çanakkale’mizi, gerek Batı Anadolu Fay Sistemi, gerekse Kuzey Anadolu Fay Zonu’nun uzantılarının, ciddi şekilde tehdit ettiği belirtilmiş.
Bu gerçeğe rağmen, Çanakkale’deki yapı stokunun önemli bir kısmının, “Modern deprem yönetmeliklerine uygun olmadığı, mühendislik hizmeti almadığı ya da yetersiz denetimle inşa edildiği”
1999 Marmara Depremi sonrası değişen inşaat ve denetim sistemine karşın, o tarihten önce yapılmış binlerce yapının hâlâ kentimizde kullanıldığı belirtilerek bu durumun Çanakkale’yi, meydana gelebilecek olası bir depremde büyük can ve mal kaybı riskiyle karşı karşıya bıraktığı belirtilmiş.
Çanakkale Şubesi olarak bu konuda yetkililere şu çağrıyı yapmışlar:
1. Yapı stoku envanteri derhal çıkarılmalıdır.
Buna göre Çanakkale genelinde;
Mevcut yapıların yaşı,
Malzeme kalitesi,
Zemin durumları ve
Taşıyıcı sistem açısından durumları bilimsel verilerle tespit edilmeli, nerede ne kadar riskli yapı olduğuna dair somut bir tablo ortaya konmalıdır.
2. Riskli yapılar tespit edilip öncelikli müdahale planı oluşturulmalıdır
Daha birkaç madde daha var.
Ancak takıldığım nokta burası.
Tanıdığım birkaç aile binalarına depreme dayanıklılık testi yaptırdılar.
Sonuç iyi çıkmadı ve yıkım kararı aldılar.
Almasına aldılar da, bunun bir maliyeti var
Bina yıkılacak ve yerine yenisi yapılacak.
Çanakkale’de 1999 yılı öncesi yapılmış kaç bina var?
Hesaplayın ve yıkılacak bina sayısını düşünün.
Bu ekonomik ortamda, bu bina sahiplerinin kaç tanesi yeniden yapabilir?
İnşaat Mühendisleri Odası gerçeği ortaya koymuş, çok güzel.
Peki Yıkım ve yapım desteği verecek Devlet ne yapacak?
Nasıl bir yardım düşünüyor?
Ne kadar yardım yapacak?
İktidarda koltuğa oturup, “Yapacağıız… Edeceğiz…” demesi kolay.
Zor olan; bu insanlara “Yardımın nasıl ve hangi parayla yapılacağı?”
1999’dan beri toplanan deprem vergileri nerede mesela?
Neden insanlara bu paralar verilip, yeni bina yapmaları için teşvik verilmiyor?
Binaları yıkılan tanıdığım ailenin durumu müsaitti ve bir daire parası harcayarak evlerini yaptırdılar.
Ya yapamayanlar?
Herkes depremden çok, evlerinin dayanıksızlığı tespit edilip yıkılmasından korkuyor.
Çünkü açıkta kalacaklar.
İnşaat Mühendisleri problemi ortaya koymuş, şimdi top iktidarda.
Haydi bakalım, kolları sıvayın ve vatandaşın derdine çare bulun.
Yoksa deprem binaları yıkmadan, insanlar açıkta kalma korkusuyla yıkılacaklar…
SARAY DİLİ
Bana ilginç gelen yazılardan biri daha.
Uzmanına ayrı sormak lazım.
Bu konuda fikri olan varsa yazsın, doğru değilse.
Anlatan şöyle başlıyor yazıya:
“Yurdum İnsanı Saray dili ile halk dilinin ayrı olduğunu yeni yeni öğreniyor.
O yüzden de afallıyor.”
Sonra devam ediyor:
Bu süreç dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz furyası ile başladı.
Sonra Osmanlı'nın da dedelerinin mezarını okuyamadığını öğrendiler.
Çünkü ataları, kabul ettikleri Osmanlı yönetiminde dil her 100-150 yılda bir köklü değişikliklere uğruyordu.
Ama daha bu başlangıç.
Böyle böyle öğrenecekler.
Tahmin ediyorum önümüzde ki bir 100 yıllık süreçte artık bu topraklarda Osmanlı'nın esamesi okunmayacak.
Bu durum sadece Osmanlı'ya ait değildi.
Tarih boyu çoğunlukla böyleydi.
Bütün imparatorluklarda Saray, kendini halkın bir parçası kabul etmezdi.
Kendini ayırmaya özen gösterirdi.
Anlatıcı “Örnekler vereyim anlayacaksınız” demiş ve yazmış alt alta:
1- Osmanlı İmparatorluğu
Saray/yönetici dili:
Osmanlıca (Arapça ve Farsça karışımı yapay bir saray dilidir)
Halk dili:
Anadolu Türkçesi / Balkan ağızları / Kürtçe / Arapça / Rumca / Ermenice / Boşnakça vs.
Osmanlı’da devlet ricali ve medrese elitleri "Osmanlıca" konuşurdu.
Halk ise kendi bölgesel dilini ya da sade Türkçeyi kullanırdı.
2. İngiltere (1066 sonrası Norman dönemi)
Saray dili:
Fransızca (Norman Fransızcası)
Halk dili:
Eski İngilizce (Anglosaksonca)
1066’da Normanlar İngiltere’yi fethettiğinde saray, ordu ve mahkemelerde yaklaşık 300 yıl boyunca Fransızca konuşuldu.
İngilizce halk arasında yaşadı ama yazılı dilde sarayda dışlandı.
3. Çin (Han dışı hanedanlar döneminde)
Saray dili:
Yuan Hanedanı (Moğollar) Moğolca, Qing Hanedanı (Mançular) Mançuca
Halk dili: Çince
4. Memlükler (Mısır ve Suriye)
Saray dili:
Kıpçak Türkçesi (ilk dönemlerde)
Yönetim dili: Arapça
Halk dili: Arapça
Memlükler esasen Kafkasya’dan gelen Türk kökenli askerî sınıftı.
Saray içindeki günlük konuşmalar
Türkçeydi ama halk Arapça konuşurdu.
5. Roma İmparatorluğu (Doğu Roma / Bizans)
Saray dili: Latince (ilk dönemlerde), sonra Yunanca
Halk dili: Yerel diller (Grekçe, Koptça, Ermenice, Süryanice)
Roma fethettiği yerlerde Latinceyi resmi dil yapsa da halk çoğunlukla yerel dillerle yaşamaya devam etti.
Bizans döneminde ise yönetim Yunanca konuşurken, bazı bölgelerde halk başka dilleri korudu.
6. Safevîler (1501–1736)
Saray dili: Azerice/ Farsça
Yönetim dili: Farsça
Halk dili: Farsça, Kürtçe, Azerice, Arapça vb.
7. Hindistan’daki Babür İmparatorluğu
Saray dili: Çağatay Türkçesi, Farsça
Halk dili: Hintçe, Urduca, Bengalce, Pencapça vb.
Babürler, Türk-Moğol kökenliydi.
Saray çevresi Çağatayca konuşsa da zamanla Farsça baskınlaştı.
Halk ise yerel Hint dillerini konuşuyordu.
Sonuç olarak, Osmanlı sarayının ve bürokrasisinin diliyle halkın konuştuğu dil aynı kökten gelse de, kullanım biçimi, kelime hazinesi ve yapısı bakımından oldukça farklıydı.
Bu fark, Tanzimat’tan itibaren tartışma konusu oldu ve Cumhuriyet’le birlikte dilde sadeleşme hareketlerine zemin hazırladı...
Yani neymiş:
Saraydakiler halkın dilinden anlamazmış?
Aynı günümüzdeki gibi desenize…
SİMURG...
Rivayet olunur ki:
Kuşların hükümdarı olan Simurg, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.
Bu kuşun özelliği; Gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesiymiş...
Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş.
Kuşlar dünyasında bir şeyler ters gittiğinde diğer kuşlar Simurg'un bir çözüm bulmasını bekler dururlarmış.
Ne var ki, Simurg bir süre sonra ortada görünmez olmuş.
Kuşlar bir süre beklemiş ve sonunda umudu kesmişler.
Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş.
Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.
Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş.
Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi...
İstek, aşk, marifet, istisna, tevhid, hayret ve yokluk vadileri...
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar.
İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş...
"Aşk Denizi’nden geçmişler önce...".
"Ayrılık Vadisi’nden uçmuşlar...".
"Hırs Ovası’nı aşıp, Kıskançlık Gölü’ne sapmışlar...”
Kuşların kimi Aşk denizi’ne dalmış, kimi Ayrılık vadisi’nde kopmuş sürüden...
Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...
Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;
Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş, oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış.
Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış.
Baykuş yıkıntılarını özlemiş.
Balıkçıl kuşu bataklığını.
Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.
Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “Şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “Yok oluş’ta” bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...
Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.
Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş:
Farsça “Si”; Otuz demektir.
“Murg”; ise Kuş…
Simurg'un yuvasını bulunca öğrenmişler ki;
Simurg; “Otuz Kuş" demekmiş.
Onların hepsi Simurg'muş.
Her biri de Simurg'muş.
30 kuş, anlamış ki, aradıkları sultan kendileriymiş.
Atatürk için kurtarıcı olarak hep “Beklenilir” ya.
Ama asıl olacak olan;
Herkesin birer Atatürk olması değil mi?
POON LİM
“Okyanusa Meydan Okuyan Adam” olarak tarihe geçti.
Kasım 1942'de, dünya çapında bir çatışmanın yaşandığı bir dönemde, Poon Lim adında genç bir Çinli denizci, şimdiye kadar kaydedilmiş en ilham verici hayatta kalma hikâyelerinden birini yaşadı.
Poon Lim; Güney Atlantik Okyanusu'nu geçmeye çalışan İngiliz ticaret gemisi SS Benlomond'da kamarot olarak çalışıyordu.
Çalıştığı gemi okyanusta başka bir gemiyle çarpıştı.
Bunun sonucunda gemi, birkaç dakika içinde dalgaların altında kayboldu.
54 kişilik personelden sadece Poon Lim hayatta kaldı.
Küçük bir ahşap cankurtaran salına tırmanmayı başaran Poon, burada birkaç malzeme bulabildi.
Biraz su, bisküvi, çikolata, bir el feneri ve temel balıkçılık malzemeleriydi bunlar.
Bu sınırlı kaynaklarla inanılmaz bir dayanıklılık ve umut yolculuğuna başladı.
Poon, 133 gün boyunca açık denizde tek başına yol aldı.
Uzun güneşli günlerle serin gecelerle ve güçlü fırtınalarla karşılaştı.
Yağmur suyu toplamayı, el yapımı aletlerle balık tutmayı ve tüm izolasyona rağmen güçlü kalmayı öğrendi.
Hatta bazı kuşlar salına konarak ona rahatlık ve sürpriz anları yaşattı.
Sonunda, Nisan 1943'te Poon, Brezilya kıyısı yakınlarında iyi kalpli balıkçılar tarafından tesadüfen bulundu.
Kilo vermiş ve büyük zorluklara göğüs germiş olmasına rağmen, karaya ulaştığında hala yürüyebiliyordu.
Sakin zihni ve problem çözme becerileri, onu denizde kaydedilen en uzun tek başına hayatta kalma mücadelesine taşımıştı.
Poon daha sonra cesareti ve becerikliliği nedeniyle Britanya İmparatorluğu Madalyası ile onurlandırıldı.
Daha sonra 1991'e kadar dolu dolu yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri'ne taşındı.
Hikâyesi, insan gücünün ve kararlılığının bir sembolü olarak;
Dünyadaki insanlara ilham vermeye devam etti…