Otopark, otopark ve yine otopark…
Belediye başta olmak üzere şu mesele yıllardır çözülmedi gitti.
Aslında işin en başındaki noktaya bakarsak, Çanakkale’de herkes evinin, kapısının önüne park etmeyi seviyor.
Esnafları da dahil olmak üzere arabasını göz önünde istiyor.
Nereden mi biliyorum?
Çok eski zamanlarda Çarşı Caddesi henüz araba trafiğine kapalı değilken, park edenlerin hemen hemen hepsi esnaflara aitti.
Zaten otomobillerin yeni yeni yaşamımıza girdiği dönemlerde, herkes arabasını göstermek için çarşıya getirip göz önüne park ederdi.
Bu alışkanlık o zamanlardan gelmiş olsa gerek.
Çanakkale’de böyle bir adet gelişince, evine 200 metre mesafesi olanlar bile çarşıya arabalarıyla gelmeye başladı.
İstenirse şehir içine park edilmiş araçlara bakalım.
İstatistikler yalan söylemez.
Nihayetinde durum böyle olunca otopark sorunu başımıza bela oldu.
Aslında bir de şu var.
Otopark sıkıntısını hissedip, arabası ile çarşıya gelmeyenler, yeni otoparklar açılınca gelmeye başladılar.
Kısaca daha önce 2 bin araç şehre inerken, yeni otoparklar açılınca 5 bin araç şehre inmeye başladı.
Bunun örneğini şöyle verebilirim;
Eskiden sadece Halk Bahçesi civarı ve sokak içleri park etmek için uygundu.
Daha sonra Emniyet Müdürlüğü binası, Karayolları binaları ve Carrefour yıkılınca 3 tane kocaman park alanı kazandırıldı.
Peki ne oldu?
Otopark sorunu çözüldü mü?
Kocaman hayır…
Yine park etmek için merkezde turlayıp duruyoruz.
Park yeri bulamayan araç sahipleri en son çare olarak “Bari yıkatayım da arabamı da park etmiş olurum” mantığı yürütülüyor.
O da en az 400 lira.
Sokak araları ise yabancılar tarafından işgal edilmiş vaziyette.
Sabah işe giderken baktığımda şehrimize erkenden gelen satıcılar, pazarlamacılar buralara park ediyor.
İnanın şu anda 10 bin araçlık otopark yapılsa yine dolacaktır.
Zamanın Belediye Başkanı Ülgür Gökhan hep şunu savunmuştu;
“Çanakkale merkezi zaten küçük bir yer. Arabayla gelip park yeri aramaya gerek yok. İşte Cuma pazarı parkı var. Oraya park edip, 2 dakika da yürüyüversinler” demişti.
Mantık doğruydu ama haftada 3 pazar kurulunca işler zora giriyordu.
Öyleyse yapılacak şey ne?
Yapılacak şey şu;
Merkeze araba sokmamak.
Ya da;
Belediye her artık arsaya bir otopark yapacak.
Bu kadar basit.
“Belediye bütçesi yeter mi peki?” diye bir soru sormak ayıp olur.
Neden mi?
Arkadaşlarım eski olan evlerini “Kentsel dönüşüm kapsamında” yıktılar ve yenisini yaptırıyorlar.
Belediye daire başına “145 bin lira” otopark parası istemiş.
Yani şu manaya geliyor;
“Madem sen otopark yapmadın, o halde sen bana para vereceksin, ben sana yapacağım…”
Yapıyor mu?
Hayır.
Herhalde “Evinin önüne park et” demeye getiriyor.
İnsanlar evlerinin önünde yer bulabilseler edecekler de, o da yok.
Bizim ev Cuma pazarına çok yakın.
Arabasına atlayan gelip bizim evin önüne park ediyor.
İyi ama ben zamanında belediyeye otopark parası verdim, belediye bu yola asfalt döktü parasını benden aldı.
Kaldırım yaptı parasını benden aldı.
İş otoparka gelince “Bu yollar halkın malı” deniyor.
Parayı ben veriyorum, halk kullanıyor.
Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı da bundan şikâyetçi.
Geçenlerde yaptığı konuşmada her geçen gün büyüyen Çanakkale trafiği başta olmak üzere sorunların giderek büyüdüğüne dikkat çeken Selçuk Semizoğlu, TÜİK verileri ile istatistiklere de dikkat çektiği açıklamasında şöyle konuşmuştu:
“3 gün önceki TUİK verisine göre Çanakkale’de trafiğe kayıtlı motorlu araç sayısı 312.147.
Bu rakam 2000 yılında 82.334.
Yani 24 senede 4 kat arttı.
Şu anda buradan çıkılıp şehir merkezine veya Güzelyalı istikametine gidildiği zaman, trafiği hepimiz hissediyoruz. Nüfus %50 arttığı zaman düşünemiyorum.
Hala bir master planı yok, hala geleceğin planlaması yok.
Troya Caddesi yapıldığında ‘buradan kim geçecek?’ diye soruyorduk, şimdi çevreyolu şehir içinde kaldı. Bir 10 yıl sonra ne olacağını düşünemiyorum. Bunun çalışmasına ortak akıl ile derhal başlanılmalı. Kamu kampüsünün projesine sırf 20 milyon harcandı ve hiçbir STK’ya danışılmadı. Yaptık, oldu, bitti dediler. İhalesini gerçekleştirdiler. Müteahhit Allah’tan maliyetlerin artışından dolayı işi yapamaz hale gelip teminatı yaktı. Tekrar buradan dile getiriyorum bu yanlıştan dönülsün. Sırf proje için harcanılan 20 milyon, 85 milyon insanın parası”
Dert mi arasınız?
Biz de çok.
Derde derman olacak kimseler var mı?
Siz cevaplayın…
Asgari ücreti hallettik.
Altından girip, üstünden çıktık.
En son 22 bin liraya bağladık. (pardon 104 lirası da var, hak geçmesin)
İşçiler bu ücreti “Eğlene eğlene yerler.”
Böyle dedim diye sizlerle dalga geçiyorum sanmayın, ironi yapıyorum.
Zira bu ücrete sizleri layık görenler, çoktan sizlerle dalgayı geçtiler bile.
Geri dönüşü veya ek ödeme kısmı olur mu?
Bilemem.
Ağanın eli tutulmaz.
Yarın, öbür gün ortaya çıkıp, “Ey halkım size ayıp ettik, şu ücreti 30 bine tamamlayalım” der mi?
Bir rüya olabilir ama, bazen rüyalar da çıkıverir.
Genelde rüyanın tersi olur derler.
Onun için paranıza sahip çıkın, o da cebinizden uçup gitmesin.
Bu konuda merak konusu olan şeyi “Yapay Zekaya” sordum;
Dedim ki; “22 bin lira ile evli ve tek çocuklu bir işçi Türkiye’de geçinebilir mi?”
Bakın bana nasıl cevap verdi:
“Eğer kira düşük bir evde oturuyorsa veya aile kendi evine sahipse, bu gelirle temel ihtiyaçlar karşılanabilir. Ancak beklenmedik sağlık giderleri, çocuk eğitimi veya diğer acil durumlar bütçeyi zorlayabilir…”
Yapay zeka bile ayıp olmasın diye pek açıktan söylemiyor da, lafı evirip-çeviriyor.
Şimdi geldik emekli zammına.
12 bin 500 lira alanlara.
Yani sürünenlere.
20 bin lira için bu cevabı veren yapay zekaya “12 bin 500’ü sorsam kafayı yer” şeklinde düşünerek sormadım.
Sorsaydım şu cevaplar gelecekti kesin:
“Köylerde tezekle yapılmış evlerde yaşamalısınız.”
“Evde tek öğün yemek yemelisiniz.”
“Tavuk, koyun, inek yetiştirerek, hayvansal ürünleri kendiniz üretmelisiniz.”
“Bedava aktivitelere katılmalısınız; Sünnet düğünleri, mevlit pilavları gibi.”
“Bayat ekmek daha ucuz olur, onu kovalamalısınız.”
“Isınma sorununu kahvelerde pinekleyerek halletmelisiniz.”
“Televizyon için eşiniz komşulara, siz ise kahvelere gitmelisiniz.”
“Çay ihtiyacınızı kahvelerde ‘Yancılık yaparak’ giderebilirsiniz.”
“Kömür, makarna, buzdolabı ihtiyaçlarınız için seçimlerde uyanık olmalısınız.”
“En iyisi kendinize çalışabileceğiniz bir iş bulmalısınız.”
Prof. Dr. Oytun Erbaş var bilirsiniz.
Asgari ücretle ilgili yaptığı açıklamalarla gündeme gelmişti.
Fakirliği öve öve bitirememişti.
Asgari ücret 22 bin 104 lira olarak açıklanması karşısında göbeğini kaşıya kaşıya şöyle demişti;
“Bugün kuru fasulye de protein et de protein aynı. Onun için mütevaziliği öğrenmeniz gerekiyor. Fakir hayat en sağlıklı hayat…”
Peygamber gibi adam.
Malda, mülkte gözü yok.
“Maşallah” dersiniz.
Anlayacağınız artık fakirlikle alay edilir hale gelindi.
Zenginler azdı, fütursuzlaştı.
Bu arada “bizim emekli maaşı kaç para olacak” kısmı atlamasın.
Son tahminlere göre;
“Yüzde 10-15 arası bir zam” bekleniyormuş.
Desenize yine aç kaldık…
İSLAMİYET GÜZELLİKTİR
Dinimiz bize hep iyilikten, güzellikten, yardımseverlikten bahseder.
Kimseyi öldürün demez ve olursa da cezasının çok ağır olacağını ifade eder.
Bu gün Cuma.
Hayırlı gün bilinir.
Ama haber öyle değil.
Hani şu Suriye’de öve öve bitiremediğimiz kişi var ya.
Hani şimdi koltukta kravatla oturan.
Bakın onun hakkında neler yazılıyor.
Engüncelhaber sitesinden Erdem Uygur yazmış:
Colani’nin “Adli sicil dosyası” şöyleymiş:
1 Şubat 2004.
Erbil’de kurban bayramında iki intihar saldırısı.
110 ölü 133 yaralı.
2 Mart 2004
Kerbela ve Bağdat’ta aşure günü birden fazla bombalı araç saldırısı.
180 ölü, 500 yaralı.
21 Nisan 2004.
Basra’da aynı anda birden fazla bombalı araç saldırısı.
80 ölü, 180 yaralı.
30 Eylül 2004.
Amerikalıların Bağdat’ta bir su arıtma tesisini açılışında toplanan insanlara bombalı saldırıları.
35 çocuk 41 insan ölümü ve 10 Amerikan askerinin yaralanması.
19 Kasım 2004
Kerbela ve Necef bombalı araç saldırıları: Necef’te cenaze konvoyuna, Kerbela’da otobüs durağına yapılan bombalı araç saldırıları.
66 ölü 191 yaralı.
28 Şubat 2005
Sağlık merkezi yakınında bomba yüklü kamyonetle yapılan Babil Hille katliamı.
130 ölü, 246 yaralı.
23 Kasım 2006.
Bağdat; medinet Essadır, altı bombalı araç saldırısı.
215 ölü 257 yaralı.
27 Mart 2007
Tel Afar Musul’da iki patlayıcı yüklü kamyon saldırıları.
152 ölü, 347 yaralı.
28 Nisan 2007.
Bağdat’ta: aynı anda beş bombalı araçla Sadriye çarşısı saldırısı; 198 ölü, 251 yaralı, 28 Nisan 2007.’ta: aynı anda beş bombalı araçla Sadriye çarşısı saldırısı.
198 ölü, 251 yaralı.
7 Haziran 2007.
Bomba yüklü kamyonetle yapılan Tuzhurmatuna bağlı Amerli Türkmen katliamı.
156 ölü, 255 yaralı.
Mübarek cuma gününde sen bizim günahlarımızı affet ya Rabbim.
Bunlara da;
Akıl, fikir ve kalplerine de birazcık merhamet ver…
ESKİDENDİ
Ben de eskilerle ilgili bir yazı yazsam böyle yazardım.
Sordum kendime; “Hazır yazılmışı var, neden yazayım?”
Kısaca “kopyala yapıştır” yapıverdim.
Benim yaşımda olanlar beğenecektir umarım
Samsun cigarasının içinden odun çıktığı günlerde,
İstanbul’la Ankara arasında “Alo” diyebilmek için santrala yazdırıp altı saat beklediğimiz,
Cep telefonunun sadece Kaptan Kirk tarafından kullanıldığı,
Sokaklarda ayı oynatıldığı,
Kalantorların Murat 124’e bindiği,
Anadol’un inekler tarafından yenildiğine inanılan,
Salça sürülmüş ekmek dilimi dönemlerinde…
Mutfak zeminlerinin muşamba kaplandığı, tencere kalaylattığımız,
Arap sabunu kokulu zamanlarda…
Avaramu’yu ezberleyen kızlar Raj Kapoor’a hastayken,
Ömer henüz turist bile değilken,
Vahi Öz’e güldüğümüz,
Zavallı Ayşecik’in zengin babasından habersiz, kötü kalpli üvey anne yanında çileler çektiği, n’ayır n’olamazlı yıllarda…
Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediğimiz,
Cem Karaca’nın İzmir fuarını zangır zangır salladığı,
Özay Gönlüm’ün Yaren’ini tıngırdattığı,
Yerli Elvis, Erol Büyükburç’la kalipso kralı Metin Ersoy’un gazinoları inim inim inlettiği,
Cemal Kamacı’nın kroşe patlattığı,
Metin Oktay’ın ağları deldiği,
Neil Armstrong Ay’a falan ayak basmadı, hepsi Hollywood tezgâhı diye iddiaya girilen,
Kasetleri acayip kapışılan Arif Susam’ın “Oo-ooo Recep bey de burdaymış” diyerek sintizayzır çaldığı günlerde,
Ümit Besen’in masasının ayağı kırık, pantolonların paçası bol,
Kastelli bankerken…
Muavinli dolmuşçuların Orhancı-Ferdici diye birbirini solladığı arabeskli sabahların,
Barış Manço’nun lambaya püf dediği
Teksas, Tommiks, Killing okuduğumuz,
Başka eğlencemiz olmadığı için radyoda Arkası Yarın’lara kulak kesildiğimiz, (ki, uyarlayan Çetin Köroğlu, efekt Ertuğrul İmer’di),
Ayıptır söylemesi Arzu Okay’ın rüyalarımıza girdiği,
Martin Luther King yaşarken,
Sadun Boro’nun Kısmet’iyle dünya turuna çıkmasına heyecanlanıp,
Avanak Avni’yle tanıştığımız,
Zübük’ün kaleme alındığı,
Sutyen’in bile nerdeyse porno kabul edildiği,
Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrumlu süngerci zannedildiği,
Otomobillerin arkasına bugün bile hâlâ ne manaya geldiğini bilmediğim STP’lerin yapıştırıldığı,
Şehirlerarası otobüslerde sigara içildiği, damalı taksiler çağında…
Keban bile yokken,
Nüfus 40 milyonken,
Hababam öğrencileri ilkokuldayken, Trışkadan tayyare MTA Sismik-1 Hora’nın uzay mekiği muamelesi gördüğü teknoloji fukaralığında…
Turnike atmayı Beyaz Gölge’den öğrendiğimiz,
Doktor Richard Kimble babamızın oğluymuş gibi,
Şerefsiz Falconetti’ye küfürler ettiğimiz, Polisimizi Komiser Colombo,
Hukukumuzu Avukat Petroçelli’den ibaret sandığımız,
Kapı gibi adam McMillan’ın Aids’ten ölene kadar eşcinsel olduğunu bilmediğimiz hayal kırıklıklarında…
Kunta Kinte gibi zenci olmadığı halde,
Isaura’nın neden köle olduğunu anlayamadığımız,
Yamuğunu gördüğümüz arkadaşlarımıza “N’aber lan Ceyar” diye seslendiğimiz,
Saat kurup, sabahın kör karanlığında kalkarak, uykulu gözlerle Muhammed Ali’nin maçını seyrettiğimiz, onunla birlikte kelebek gibi uçup arı gibi soktuğumuz masum tiryakiliklerde…
İstanbul’da basılan gazetelerin ülkeye ertesi gün ulaşabildiği,
Sadece TRT’nin var olduğu, haberleri Jülide Gülizar’ın Zafer Cilasun’un okuduğu, bizim ahali akıl edemez diye düşündüklerinden olsa gerek, 'televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız' diye uyarı yazısı koydukları, necefli maşrapa zavallılığında…
Arçelik merdaneli Çamaşır makinelerinde merdaneye saran çamaşırlarımız…
Velhasıl çook da mutluyduk 1975