Burası Marmara Ereğlisi... Deniz taşıtları sanki kum üzerinde gibi... Acil tedbir alınmalı...

Burası Marmara Ereğlisi...
Deniz taşıtları sanki kum üzerinde gibi...
Acil tedbir alınmalı...
Marmara ağır hasta, komada...
Ölümü beklenmekte...
Ölümü de, Ergene Havzası' nın tüm kirli suları derin deşarjla verildiğinde olacak...
Bu da, çok yakın bir tarihte gerçekleşir...
Peki! Neler yapılmalı?
1- Derin deşarj işinden vaz geçilmeli...
2- Arıtma tesislerinden çıkan su, kimyasal arıtma da yapılarak  yeniden işleme tabi tutulmalı ve daha temiz su da, park ve bahçe sulamaları için kullanılmalı...
3- Arıtmadan çıkan katı atıklar, işleme tabi tutularak gübre haline getirilmeli ve tarım sektöründe uğraşanlara ücretsiz dağıtılmalı...
4- Marmara Denizi çevresinde Termik Santral çalışması yapılmamalı... Termik Santral ruhsatları iptal edilmeli...
5-Marmara Denizi 'ne kıyısı olan tüm illerde ileri arıtma tesisleri kurulmalı... Arıtma tesisi olmayan işletmelere ruhsat verilmemeli...
6-Ergene Havzası sıvı ve katı atıklarının Marmara Deniziyle irtibatı kesilmeli...
7- Boğazlar ve Marmara Denizinde, gemi geçişleri uydudan kontrol edilmeli... Sintine atıklarını boşaltan gemilere doğrudan el konacağı ilgili ülkelere ve denizcilik şirketlerine bildirilmeli...
8-Yağmur suları kontrol altına alınmalı ve belli periyotlarla derelere verilmeli... Tüm Marmara Denizi çevresi ağaçlandırılmalı...
9- Çevre ve Doğa Polisi ihdas edilmeli...
Şimdilik bu kadar...
Bilgi edinmeniz dileğiyle...
******
Çevre Üzerine...
Prof. Dr. Gülden Sağol Yüksekkaya Hocamızın geçmişe özlem duygusuyla yazdığı çevre üzerine bir yazısı...
Bilgi edinmeniz dileğiyle...
"1973 yılında ailecek İstanbul'a, Göztepe'ye yerleştik. Henüz küçük bir çocuktum, ama annemin babama "Bizi cennete mi getirdin Hüseyin?" dediğini çok iyi hatırlıyorum. Gerçekten de o zamanlar İstanbul cennet gibiydi. Sokaklarda ıhlamur ağaçları, bahçelerde mimozalar, süs havuzlarında nilüfer çiçekleri. Zeki Müren'in "Bahçevan" filmindeki gibi sokaklarda bahçe işi yapmak üzere "bahçıvan bahçıvan" diyerek dolaşan insanlar. İnsanlar mütevazı, tok gözlü, kanaatkâr, erdemli. Köşe dönücüler, sapıklar, fırdöndüler her zaman vardı, ama sayıları son derece azdı. Anadolu şehirleri gibi İstanbul da çok güvenli bir şehirdi. Yanımızda bir yetişkin olmadan birkaç sokak ve cadde aşarak koşa koşa okullarımıza gidip gelirdik de bir şeycik olmazdı.
İlk apartmanlar 20. yüzyılın başlarında yapılmıştı İstanbul'da, ardından yurdun her köşesinde 3-4 katlı apartmanlar yükselmişti. Ama ağırlık bahçeli evlerdeydi. Annem 60'larda Kanlıca'da bir köşkte yaşayan arkadaşının kocasını apartmanda yaşamak için ikna etmeye çalıştığını, kocasının "Biz daire kirasını nasıl ödeyelim?" demesine karşılık  "İki aile taşınırsak ödeyebiliriz" dediğini söylerdi. 70'lerde İstanbul'da on bir kata kadar imar izni verildi ve büyük bir hızla köşklerin, konakların yerini apartmanlar almaya başladı. Kaldırımlardaki ıhlamur ağaçları, bahçelerdeki mimozalar, türlü çeşit ağaçlar, çiçekler kesilip atıldı. Sokağımızdaki ağaçların kesilmemesi için çalmadığımız kapı bırakmamıştık. Ama kimse istemiyordu ağaçları, çiçekleri. Hem büyük bir hızla hem de hevesle kutu gibi evlere taşındı insanlar. 21. yüzyılın başlarında apartmanlar da alçak gelmeye başladı insanlara. Rezidansta yaşama hevesine düşüldü, camları bile açılmayan, arsalara bloklar hâlinde karşılıklı yerleştirilip rüzgârın bile sıkışıp kaldığı yerlerde yaşamak bir ayrıcalık kabul edildi. 2020 yılında Covid-19 sebebiyle insanlar balkonu bile olmayan kutulara kapanmak zorunda kalınca, köyde yaşayan insanlara özenilir oldu. Hele ki bu illetin gelişmemiş, havayı kirletmemiş ülkelerde daha az görüldüğü anlaşılınca köy evlerine, bahçeli evlere özlem başladı. Bugün bir arkadaşım bir köy evinin fotoğrafını koyup da "En büyük hayalim" diye yazınca eski İstanbul bir film şeridi gibi geçti gözlerimden."